Ben sevmekle yetinmem, öperim, koklarım, okşarım…
Hele o varoluşunun kutsal şifrelerine el değmemiş, doğal,
nazlı gelin gibi kırıtanları yok mu, işte onlara bayılırım.
Kokusu kıvamında, insanın hoyrat eli değmemiş, kendi var
olma iradesinin sonucu olarak topraktan yukarı patlayıveren bir gül görürsem,
önünde diz çökerim.
Gül, Dünyanın o topraktan gergefine, cennetten inme
iğneler ve ipliklerle işlenmiş kutsal bir nakıştır adeta.
Türküsünü söylemişsinizdir, gülün beyazını, kırmızısını,
sarısını görmüşsünüzdür.
Ama eğer yolunuz Halfeti’ye düşmedi ise…
Düştü ise de, eğer mevsimine yetişemedinizse… Siyah Gül
denilen o muhteşem ‘tuhaflığı’ görememişsinizdir.
Tuhaflık diyorum, zira bizi doğumumuzdan itibaren ‘güden’
algılarımıza terstir. Beyaz güle eyvallah… Kırmızı zaten gülün tadı ve
rengidir… Sarıya da kabul…
Ama siyah başka… Bambaşka…
Siyah ve azıcık dekolte bir abiye boylu boslu bir kadına
ne kadar yakışırsa, siyah gül de üstünde
boy attığı toprağa öyle yakışır. Sadece kendisini değil, üzerinde salındığı
toprağı da bir başka çekici kılar.
Siyah Gül, güllerin şahıdır.
Güllere meraklı olanlar ve siyah gülü görmek isteyenler bu
isteklerine ne yazık ki hiçbir zaman kavuşamayacaklar. Üzülerek belirtmek
isteriz ki bu güller artık yok.
İlla velakin, benim bu ağız sulandıran tarifimden sonra
bir hamle siyah gül için oraya buraya telefon edeceklere geçmiş olsun…
Öyle bir şansınız kalmadı…
Buna kutsal bir anlam mı yüklemek gerekir, işgüzarlık
yapıp bir biyologdan, bitki bilimciden kupkuru bilimsel tahliller mi dinlemek
uyar, bilemiyorum. Ama siyah gül Dünya’da sadece bir bölgenin toprağına ait.
Halfeti…
Siyah gül sadece Halfeti ile mutlu yaşıyor…
Sadece Halfeti’nin kapatması olmaktan haz alıyor.
Başka bir memlekette, başka iklimde, başka toprakta rengi
değişiyor ve siyah açma özelliğini kaybediyor.
Kendisini aşk ile bağlı olduğu topraklardan alıp bir bilinmez 'gurbete' sürükleyen ellere küsüyor.
Ola ki Anadolu’nun kadim tarihinden bugüne gizemli
mesajlar taşımış olan ve Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan bu gül mutlaka
korunmalı idi… Akıl, duygu, ne derseniz deyin, hepsi bunu emrediyordu…
Fakat ne yazık ki 2000 yılında Zeugma'yı da sular altında
bırakan Birecik Barajı'nın suları altında kaldı.
Bir ülkede yaşayanlar o ülkenin böylesi bir değerine nasıl
kıyabilir, ben anlamakta zorlanırım. Haydi, siyah güle yazılan bu ağıtı kişisel
bir snobluk olarak alın, ama bareaj altında kalan sadece bu muhteşem ‘tuhaflık’
değil ki…
Taş evler gitti… Halfeti’de Akdeniz’in aşk havasını buluverip
o topraklara da konuveren portakal ağaçları da…
Doğa ile tarihin görünmez bir antik sahnede dans ettiği
manzara da…
Taş evlerin aralarında rakseden nar, incir ağaçları,
asmalar, siyah gülün yanına yaklaşmaktan çekinircesine konuveren gelincikler…
Hepsi bitti.
Halfeti sadece cenneti andıran doğasıyla da meşhur değildi
elbet. Halfeti'ye değer katan diğer önemli bir olgu ise binlerce yıllık
tarihiydi…
Hurilerden, Medlerden, Asur’dan, Persler’den, Roma’dan,
Sasani’den, Emevi’den, Abbasi’den, Memluktan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan bir
şeyler emanet alarak 3000 yıllık bir geçmişi taşıyan Halfeti artık sular
altında.
2000 yılına kadar, Rum Kale, Merkez Ulu Cami, Fırat'a
paralel Fırat manzaralı yapılar, önemli mimari özellikleri barındıran çok
sayıdaki tarihi Halfeti evi, Hamitbey Konağı, Muhittin Kanneci Evi, Hamamlı ev,
Lâtifzade Hamamı, Değirmenderesi, Nuhrut Kilisesi, Karamehmet ve Hamurkesen
Harabeleri Halfeti'nin gezilecek önemli yerleriydi.
Fakat şimdi bunlar yok. İki camiinin de sular altında
kaldığı Halfeti'nin geçmişinin büyük bölümü artık baraj gölünün suları
altında.”
“Bunlar arasında oldukça önemli olan 1844 tarihi Ulu
Camii, 1867 tarihli Hamamlı Ev, 1796 tarihli Latifzade Hamamı ve iki mezarlık
da bulunuyor. Sadece Bizans döneminde yapılan kilise, ilçeye 14 kilometre
mesafedeki Saylakkaya köyündeki tarihi sarnıçlar, 1910'da havana taşından
yapılan Hamid Bey Konağı, küçük pencereleriyle Kız Mağarası ve Kanneci Konağı,
suyun geride bıraktığı mekânlar olarak duruyor.
Siyah gülleriyle, sümbülüyle, yüzyılları aşan tarihiyle ve
Cenneti hatırlatan doğasıyla Halfeti, evrenin biz insanoğluna bir emanetiydi.
Fakat biz o emanete sahip çıkamadık.
Halfeti, artık sular altında.
İnsanın tarihine ve mirasına saygılı bir Batı ülkesinde
Halfeti sanat, kültür ve turizm hareketlerinin başrolünde yer alırdı.
Burada böyle…
Teşekkür ve not: Bu acı yazının hazırlanmasında
meleklermekani.com sitesinde Sadmin isimli kullanıcıdan yararlandım. Tarihsel bilgileri
onun yazısından aldım. Özellikle belirtir, teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder