29 Eylül 2012 Cumartesi

Çiftlik balığına haysiyet kazandırmak...


İnsanoğlunun geliştirdiği en adaletli üretimlerden birisi balık çiftlikleridir. 

Hakkaniyetlidir. 

Balık çiftlikleri olmasaydı gerçek deniz balıkları zengin sofralarında siyah havyar muamelesi görürdü...

Denizlerde bir o yana bir bu yana seyirterek, özgürce yetişmiş balıkların tadına aşık bir mide için ise, balık çiftlikleri, yeme içme sanatına indirilmiş bir avam darbedir.

Ama çare yok. Manzara bu. Balık çiftlikleri var. Ama çözüm de var…

Hem çiftlik balığını bu kadar da aşağılamayın. Onun tercihi değil ki daracık havuzlarda tıka basa beslenip tezgahlara obezitenin canlı tarifi gibi çıkmak...

Arada bir mecburen satın aldığınız çiftlik balıklarını günahlarından arındırıp el değmemiş bir deniz bakiresi kıvamında sofralara servis yapmanızın taktiklerini sunuyorum.  

Doğadan kopuk yetiştirilen çiftlik balıklarının pişmanlık yasasından yararlanabilmeleri için gereken altyapıyı oluşturuyorum.

Gurme değilim. Aman bu mertebeye yükseltmeyin. Sadece, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi, denizde de ötekileştirmeye ve dışlamaya karşıyım.

Denizde doping yapmadan, aslanlar gibi ayakta kalan balıklar vardır. Ekmeğini taştan çıkarır. Koç gibidir. Kas yapar. Yağlanır. Balık gibi balıktır.

Oltaya gelişinde, ağa takılmasında bile asalet vardır. 'Albeni'den mülhem, 'Yebeni'si vardır.  Dil ve damak ile ilk teması bir ön sevişme tadındadır. Ağızdan mideye seyahati kutsal yolculuk gibidir. Midede hacı olur.

Bir de toplama kamplarında yaşayan balıklar vardır. Dönektirler. Aslını inkar eden haramzade muamelesi görürler. ÇİFTLİK BALIĞI  ismi altında kategorize edilirler.

Balıkçı tezgahlarında ne kadar makyaja bulansalar da tanınırlar. Evden acele ile çıkmadan önce makyaj setinde ne varsa sürüştürmüş, takıp takıştırmıştırlar. Kamplarda yaptıkları detoxun yarattığı yapay canlılık hemen göze çarpar.

Tablalarda fark edildikleri anda dudak bükülür. İhtilalci bir örgütte ajanlık yapmış ve deşifre olmuş gibi aşağılanırlar.

Balığın denize küstüğü, denizin dopingsiz balığa hasret kaldığı günlerde yaşıyoruz. E o zaman ne yapmak gerekir? Balıksız bir rakı sofrası, ucunda elma olmayan bir elma şekerine benzer. Ağaçtan sapı yala dur, neye yarar?

Rakı masası benim için bir nikah masasıdır. Kallavi bir yudum öncesinde midemi bir gerdek odası gibi hazırlayacak birkaç lokma balık indirmezsem, rakı bana tecavüz etmiş gibi hissederim.

Haydarinin, taratorun, beyaz peynirin, kavunun nikah şahitlikleri de bir işe yaramaz. Nikah daha baştan hukuk dışı sayılır.

Kim söylemişse ceddine rahmet, 'meşru zeminlerde çare tükenmez'. Biz de meşruiyet zeminini terk etmeden, ÇİFTLİK BALIĞI da olsa, bir çuprayı gerdeğe hazırlamanın yöntemlerini sunalım. Çiftlik çuprası dönmüş olsa da, bir özeleştiri şansı verelim.

Haysiyet kazandıralım.

Eliniz alışkın olmayabilir, en iyisi pullarını balıkçıda temizletin. Aman kafasını koparttırmayın. İçi temizlensin. Kafasından kuyruğuna kadar yardırın.

Mutfağa vasıl olsun.

Sırada ÇİFTLİK ÇUPRASINI çiftlikte yaşadığı paralı askerlik misyonundan kurtarmak vardır. Ona balık olduğunu hatırlatmak gerekir. Biz buna marine etmek diyoruz. Her mutfakta bolca bulunan birkaç basit malzeme ile ÇUPRA’ya beyin yıkama uygulamasıdır. 

Malzemenin ÇUPRA’ya uygulanması hafif işkencevari olsa da, o tatlı 'gel keyfim gel' zamanlarının tortusundan kurtarılması için başka da bir yol yoktur. Başka bir yöntem kullanan da bence bir çuval inciri apteshaneye çevirmektedir.

Elma sirkesi, sızma zeytinyağı, tuz, dövülmüş karabiber ve iki diş sarımsak. İşte size ÇİFTLİK ÇUPRASI’nın eti bir tarafa, genetik hafızasını bile temizleyecek malzeme.

Balık sayısına göre miktar ayarlanabilir. Ama iki adet büyük çupra için;
Bir çay bardağı dolusu sızma zeytinyağı
Bir çorba kaşığı elma sirkesi.
Bir çorba kaşığı dövülmüş karabiber.
İki tutam tuz.
İki diş sarımsak.

Bir kapta bulamaç haline gelene kadar karıştırılır. ÇİFTLİK ÇUPRALARI süzgeçte süzülmüştür. Bir fırça ile  kıvama gelmiş karışım, balıkların içine, dışına güzelce yedirilir. (Umarım kafalarını çöpe atmadınız, bozuşuruz ). İki yüzüne attığımız çiziklere iyice bandırmayı unutmuyoruz. Sonra haysiyetine kavuşmaya başlamış balıkları bir tepsiye diziyoruz. Karnını açıp birer tutam biberiye yerleştirerek bir saat kadar uyumalarına izin veriyoruz. Sosyete eşrafı biberiyeyi rozmeri olarak bilir.

Uykularının sonuna doğru, balık olduklarını hatırlamış olan ÇİFTLİK ÇUPRALARINI öperek uyandırıyoruz. Mangalda kömür ateşinin içi, TV karşısında dayanamayıp uyuklayan ihtiyarlar misali geçmiştir. Izgaranın üstünü yağlamayı unutmayın. Tadına varılmamış uyku sonrası hafiften esneyen balıkları ızgaraya yerleştirin. Ateş dansını başlatın. 

Aç karnınıza salladığınız birkaç yudum rakının hassaslaştırdığı duyularınızın etkisi altında, ızgaradan gelen cızırtıları yangın alarmı sanıp balıklara saldırmayın. Bekleyin. Pişiyorlar. Piştikleri zaman ızgaradan kolayca ayrılırlar, merak etmeyin.  Eliniz ısrarla rakı kadehine yapışmasın, arada bir fırçayı alın, birkaç dakikada bir çupraların her iki yüzüne güzelce yedirin.

ÇİFTLİK ÇUPRALARININ Nirvana’ya ulaşma yolculuğunun finalinde onlara rahat bir yatak gerekir. Yaş nane, taze soğan, roka ve maydanozu ince kıyım doğrayın. Tepside kuştüyü yatak benzeri bir zemin hazırlayın. Üzerine çok az nar ekşisi, sızma zeytinyağı ve sumak ekleyin. Karıştırın.

Çiftlik Çupraları bütün günahlarını ızgarada bırakmış, yeni doğmuş bebek masumiyetinde gözünüzün içine bakmaya başlamıştır. İhtimamla alın. Hazırladığınız yatağa yatırın. Üşümesinler, üzerlerini bir kapak ile örtüverin.  Beş-on dakika dinlenme yeter.

Kapağı kaldırın. Yemek yemek ile tıkınmak arasındaki ince ayrım tam bu noktada gösterir kendini. Mide esiri hamallar anında yumulur balıklara. Durun. Önce tepsiden yükselen koku ile burnunuzu ödüllendirin. Koklayın.  (Laf aramızda, ben o baş döndürücü kokuyu, o an Jenifer Lopez’in omuzlarını koklamaya değişmem. )

(Bakın, eğer bütün tembihlerime rağmen işin başında kafalarını koparıp atmışsanız yazıklar olsun. En başa dönün, eve getirdiğiniz balıkları aynen balıkçıya iade edin. )

Tepsinin kapağını açtınız. Koku ile burnunuzu ödüllendirdiniz. Başparmak ile işaret ve orta parmaklarınızı bir tutam yapıp, o canım yanaklardan birer parça kopartın. Burundan sonra dilinizi, damağınızı da ödüllendirin. Hakkınız.

Helal olsun size.

Uzun paralı askerlik zamanlarından sonra garip ÇİFTLİK ÇUPRALARINA HAYSİYET KAZANDIRDINIZ.

Afiyet olsun.


11 Eylül 2012 Salı

Gururun arkasına saklı değer! Kula


Anasının karnında bizler gibi 9 ay 10 gün kalan bir bebek, hangi ruhsal yolculuklardan geçer, hangi görünmez arenalarda kaskatılaşır?

Neden bir gün atına atladığı gibi yüz binlerce askerin önünde, son hızla ileri atılır, binlerce kilometrelik menzillerde, yeri göğü kana bulamaya çıkar?

Evli, evinde cıvıl cıvıl çocuk sesleri çınlayan, akranı bir güzel kadına aşık, evinde hasta annesi olan, birkaç gün önce arkadaşları ile ava çıkmış, şarap eşliğinde av etini müthiş bir haz ile yemiş binlerce genç askeri, hangi delici bakışlarla, yüreklerinin neresinden yakalar?

İnsan dilinden çıkabilecek hangi sözler, ağızdan çıktığı anda birer balyoza dönüşür ve genç askerlerin ruhlarındaki sukuneti, içsel barışı paramparça eder?

Nasıl bir güç, bu gülen, ağlayan, korkan, üzülen gençleri, evlerinden, bahçelerden, şehvet dolu yataklardan toparlayıp bir araya getirir, acımasız bir savaş makinesine dönüştürür?

Pers Ülkesi'nden İzmir yakınlarına gelir... Sonucundan, son saniyeye kadar asla emin olamayacağı vahşi bir kapışmaya tutuşur.

Hangi sözlerin büyüsü, o vahşet içinde kafasına inebilecek bir kılıç, balta olasılığını silip atar, kolunu, insan kurban edilen bir mezbahada, mekanik bir kesim aracına dönüştürür?

İnsanlığın uygarlık yolculuğunun en heyecan verici kavşaklarından birisi olan Lidya Ülkesi'nin Başkenti Sardes'i yerle bir eder?

Geçen hafta Sardes'ten, Anadolu içlerine doğru yola çıkmış, hemen Kula öncesinde mola vermiştik.

Salihli'yi geçince, hemen sağda birkaç Anadolu piramiti göze çarpar. Bu piramitlerin konduğu ova, Pers Kralı Kyros'un, Lidya'nın son Kralı Krezüs'ü yendiği ve esir aldığı yerdir.

Ana yoldan ovayı seyrederken, sıradan ve barışçı bir fani olarak, insan bu sorulara cevap arıyor.

İyice dalıp giderseniz, az sonra orduların ovada aniden belireceğini, hücum borusu çalar çalmaz, vahşet ve yok etme duygusu ile yoğrulmuş canlı savaş makinelerinin, otomatiğe bağlanmışçasına kıyıma başlayacağını düşünmeniz de mümkün.

Bir an bunu hissettim. Bu savaşta safımın elbette hemşerilerim, atalarım olan Lidya'lıların yanı olacağını kalbi olarak kabullendim.

Kyros ve Krezüs arasındaki savaş bir başka dehşet verici. Bir başka entrikalar düğümü... Bir başka lanet senaryosu...

Bir bakıma, ezelden beri süregelen Doğu-Batı savaşının bir merhalesi de sayılabilir. Anlaması, çözmesi zor bir tahteravalli gibi.

Bu güzel yarımadanın, binlerce yıldır Doğu'dan Batı'ya, Batı'dan Doğu'ya, fatihlerin ayakları altında çiğnenmesi nasıl bir tarih kurgusudur, anlamak mümkün değil.

Neden hep bu mazlum ve güzel Yarımada? Troya Savaşları, Makedonyalıların işgali, Roma, Persler, Bizans, Araplar, Haçlılar, Moğollar?

Yazar, Sevgili Recep Yavuz'un o nazik ve gurur verici mesajında rica ettiği diziyi mutlaka kaleme alma kararını, tam da bu ovada, bu düşüncelere boğulmuşken alır. Kendisine ve gıyabında bu tarzdan hoşlanan okura söz verir.

Yola devam eder.

Ovayı aşarsınız, Kula sınırı sizi mağrur ve unutulmuş tabelası ile selamlar. Az sonra, bir önceki yazıda anlattığım manzara sizi teslim almaya başlar.

Yer, bozkırın siyah/beyaz sadeliğini giyinmiştir. Gökyüzü beyaza çalan mavi, yeryüzü kapkaradır. Aslolan kara ve beyazdır, gerisi ayrıntıdır, der gibi.

Ovayı aşıp sola baktığınız anda, birkaç bin yıla ancak ulaşabilen hayal gücünüzün sınırları, birkaç saniyede milyonlarca yıllık bir uçsuz bucaksızlığa genişler, anlamaya çalışırsınız, minikleşir, kalakalırsınız. Akıl sır ermez.

Hemen solda, anayoldan birkaç kilometre ötede Divlit Yanardağı, yeryüzünün hiç bitmeyen estetik ameliyatının bir izi gibi dikilir. 12 bin yıl önce patlamıştır. Ama, bir milyon yıllık bir patlamalar dizisinin son evresidir.

Etekleri ve tabanı, çevresinde kilometrelerle ölçülen bir alan, bir zamanlar hayatı bitirmeye akan lavların taşlaşmış mirası gibi kapkaradır.

Kula ve çevresinde 4 tane aşınmamış, muhtemelen patlama potansiyeli taşıyan yanardağ, 9 tane de aşınmış, faaliyeti bitmiş yanardağ vardır. Batı'dan Doğu'ya bir hat üzerinde sıralanmışlardır.

Demirköprü Barajı'nın yanındaki Sindel Yanardağı'nın eteklerinde, taşlaşmış lavlar kazıldığında altından insan ayak izleri çıkar. Hem de onlarca...

Bilim bu izleri yaklaşık olarak 25 bin yıl geriye tarihlendirmektedir. Bu izlerden sadece Fransa ve Macaristan'da olmakla birlikte, bu kadar çok sayıda, kadın, erkek ve çocuk ayak izleri sadece Sindel çevresindedir.

Tarih, doğa, kültür Ege'nin bu bereketli topraklarında Kula adlı hazineyi el birliği ile örmüş, sarıp sarmalamış, neredeyse hiç bozulmadan yirmi birinci yüzyıla hediye etmiştir.

Kula'da sadece insanlık tarihi değil, yeryüzünün sancılı estetik operasyonlarını kaydeden jeolojik tarih de sahnededir. Jeolojik tarihi uzmanına bırakalım. Ancak birkaç bin yıllık bir dilime yetecek olan algılarımızı, yine Kula'nın insanla buluştuğu ilk çağlardan bu yana yöneltelim.

Yani, Amasra'lı hemşerimiz, tarihçi Strabon'un verdiği isimle KATAKEKAUMENE'ye odaklanalım. Bir turizmci gözü ile baktığım için, Kula'ya gelecek bir tatilcinin zamanını nasıl geçirebileceğini anlatalım. Ki, sakladığı hazinelere bakılırsa, zaman geçirmekten çok, nasıl yeteceğini düşünmek daha doğru olur.

Yolumuza devam edelim. Yine solda, Gökçeören Beldesi'ni kuzeyden çeviren aşınmış volkanları geçince, hemen birkaç kilometre içeride Emre Köyü'nü görürsünüz.

Adından anlaşılacağı gibi, Anadolu'nun birçok yöresinin sahiplendiği Yunus'un türbesinin bulunduğu köy...

Girişten başlayarak herkesi içine alıveren manevi bir sis, sanki Emre Köyü'nün doğru adres olduğunu, Yunus'un burada Hakk'a yürüdüğüne ikna eder sizi. Emre Köyü, adını kurucusu Tapduk Emre'den alır. 700 yıllık bir geçmişi vardır.

Bir tarihi çeşme, Carullah Bin Süleyman'ın inşa ettirdiği muhteşem cami ( 1547/1548), hamam, konaklar ve pazaryeri buram buram Osmanlı/Selçuklu kokar. Tekke ve medrese de Osmanlı'nın iz bırakmış mühürleridir.

Carullah Bin Süleyman Camii'ne bir parantez açalım, benzeri az bulunur ahşap ve taş işçiliğini, duvar resimlerini zikredeyim. Gerisini okurun iradesine bırakayım.

Sözler bu ustalığı anlatmakta yetersiz kalır. Ya ziyaret edin, ya da hiç olmazsa internetten araştırın. Pişman olmazsınız.

Demem o ki, Emre Köyü, Ege gezilerinizin rotasında mutlaka yer almalı, o mistik havayı hücrelerinize çekmeli, aidiyet duygusunu sonuna kadar yaşamalısınız.

Kula'nın içi bambaşka bir derya... Bir yanı tarihi 1500'lerde dondurmuş, özentilik kokan moderne direnmiş.

Osmanlı ve Rum tarzında tam 3200 tane ahşap ev, her bir parçasına sinmiş yüzlerce yıllık insan kokusu ve anılar ile mağrur bir duruş sergiliyor.

Eminim içeri giren insanın kokusu, ayak sesleri, konuşması ile şöyle bir canlanıyor, ama, birkaç dakikalık ziyaret sonrası mekanı terk edenlerin ardından dirilme umutları tekrar kararıyor, bir başka vuslatı hayal etmeye başlıyorlar.

800 tanesi tescilli ve restorasyon için hazır. Bu 800 evin restore edilmesi ve uluslar arası bir işbirliği ile klasik otelcilikten farklı bir sistem ile konaklamaya açılması Türkiye turizmine farklı bir ivme kazandırır.

Nasıl olur? Kimler rol üstlenir? Hangi pazarlarda ilgi çeker? Bu, yazarın şu andaki gündemini ve bu yazının boyutlarını aşar.

Ama, iki tarihi kilise, 8 tane Osmanlı mirası cami, 12 tane muhteşem Kula Konağı, 4 tane büyük Osmanlı'dan hediye arasta, yine Osmanlı hediyesi 2 tane tarihi çeşme, Osmanlı Paşalarından Sungur Bey tarafından 1351 yılında Selçuklu Mimarisi ile yaptırılmış ve ilgisizlikten 2 metrelik bölümü toprak altında kalmış Sungur Bey Hamamı ile Kula 'nereden geliyoruz?' sorusunun yaşayan bir cevabı gibi adeta.

Sırası gelmişken bir parça ağlayayım. Macaristan, Dünya'da hamam kültürünün kaynağı olarak bilinirken, Dünya Türk Hamamı'nın mucizesini kabullenmişken, 650 yıllık hamamı toprak altına terk eden, unutturan, Avrupa'dan hamam tutkunlarına tanıtmayan bir vizyonsuzluk karşısında ancak ağlanır.

Arastalarda, heybecilik, yün yorgancılık, eğercilik, demir, bakır zanaatı, keçecilik, leblebicilik, ahşap işlemeciliği, dericilik nur yüzlü ihtiyarların elinde, zamanın tik taklarına meydan okuyan sade ritmlerle sürerken, bu bin yıllık ustalıkları, rekabet edilmesi zor meydan okuyuşlar olarak Dünyaya sunmamak karşısında ancak feveran edilir. Utanç içinde kalınır.

Şimdi Kula'dan çıkacağız. Ankara yönünde on dakika kadar ilerleyeceğiz ve hemen solda, yeryüzünün Kapadokya'yı yalnız bırakmamak için yarattığı Peri Bacalarından bahsedeceğim, çoğu okur kafa bulduğumu sanacak.

Ama, onlar orada. Şu an tasarım aşamasında olan Kula GeoPark'ın başyapıtı olmaya aday, sahne alacakları anı bekliyorlar. Gidin, görün.

Peri Bacalarının önündeki yoldan devam ediyoruz. Bu dolambaçlı stabilize yol sizi zamanında Roma İmparatoru'nun ölümsüzlük kaynağı olarak tanımladığı Emir Kaplıcaları'na çıkarır.

Avrupa'da 2000 metreden pompa ile çıkarılabilen 40-50 derece jeotermal suya mukabil, burada, 150 metreden, 80 derece su kelimenin tam anlamı ile fışkırır.

Yazar, bu suyu yeryüzüne ulaştığı borudan, kendi gücü ile yaklaşık yedi metreye fışkırırken bizzat görmüştür, bilginize.

Hemen kaplıca binasının karşısındaki kayalıklarda bir kabartma göreceksiniz. Daha doğrusu, kayalara yan yana işlenmiş üç niş. Birisinin içindeki kadın figürü dönemin Roma İmparatoru'nun kızıdır.

Ölüm döşeğindeki kızı bu sularda kısa sürede eskisinden daha canlı ve güçlü hale gelmiştir. Bu doğal tedavinin anısına İmparator kayalara kızını resmettirmiştir.

Doğa yeryüzünün bu tarafında bir başka güzel makyaj yapmış. En güzel giysilerini buralara saklamış.

Tarih, misket, gazoz kapağı, resim biriktiren geçmiş zaman çocukları gibi, bütün anılarını bu coğrafyada gizlemiş. Yaratıcı irade, maden suları, termal kaynakları, doğal tarımı ile diri kalmanın şifrelerini bu topraklarda korumuş.

Lidya, Roma, Bizans, Pers, Selçuklu, Yunan, Osmanlı, binlerce yıldır herkes bunun farkında ve peşinde.

Biz neredeyiz?

Gerisini gidin, görün, yaşayın. Benden bu kadar...