Anasının
karnında bizler gibi 9 ay 10 gün kalan bir bebek, hangi ruhsal yolculuklardan
geçer, hangi görünmez arenalarda kaskatılaşır?
Neden bir
gün atına atladığı gibi yüz binlerce askerin önünde, son hızla ileri atılır,
binlerce kilometrelik menzillerde, yeri göğü kana bulamaya çıkar?
Evli,
evinde cıvıl cıvıl çocuk sesleri çınlayan, akranı bir güzel kadına aşık, evinde
hasta annesi olan, birkaç gün önce arkadaşları ile ava çıkmış, şarap eşliğinde
av etini müthiş bir haz ile yemiş binlerce genç askeri, hangi delici
bakışlarla, yüreklerinin neresinden yakalar?
İnsan
dilinden çıkabilecek hangi sözler, ağızdan çıktığı anda birer balyoza dönüşür
ve genç askerlerin ruhlarındaki sukuneti, içsel barışı paramparça eder?
Nasıl bir
güç, bu gülen, ağlayan, korkan, üzülen gençleri, evlerinden, bahçelerden,
şehvet dolu yataklardan toparlayıp bir araya getirir, acımasız bir savaş
makinesine dönüştürür?
Pers
Ülkesi'nden İzmir yakınlarına gelir... Sonucundan, son saniyeye kadar asla emin
olamayacağı vahşi bir kapışmaya tutuşur.
Hangi
sözlerin büyüsü, o vahşet içinde kafasına inebilecek bir kılıç, balta
olasılığını silip atar, kolunu, insan kurban edilen bir mezbahada, mekanik bir
kesim aracına dönüştürür?
İnsanlığın
uygarlık yolculuğunun en heyecan verici kavşaklarından birisi olan Lidya
Ülkesi'nin Başkenti Sardes'i yerle bir eder?
Geçen
hafta Sardes'ten, Anadolu içlerine doğru yola çıkmış, hemen Kula öncesinde mola
vermiştik.
Salihli'yi
geçince, hemen sağda birkaç Anadolu piramiti göze çarpar. Bu piramitlerin
konduğu ova, Pers Kralı Kyros'un, Lidya'nın son Kralı Krezüs'ü yendiği ve esir
aldığı yerdir.
Ana
yoldan ovayı seyrederken, sıradan ve barışçı bir fani olarak, insan bu sorulara
cevap arıyor.
İyice
dalıp giderseniz, az sonra orduların ovada aniden belireceğini, hücum borusu
çalar çalmaz, vahşet ve yok etme duygusu ile yoğrulmuş canlı savaş
makinelerinin, otomatiğe bağlanmışçasına kıyıma başlayacağını düşünmeniz de
mümkün.
Bir an
bunu hissettim. Bu savaşta safımın elbette hemşerilerim, atalarım olan
Lidya'lıların yanı olacağını kalbi olarak kabullendim.
Kyros ve
Krezüs arasındaki savaş bir başka dehşet verici. Bir başka entrikalar düğümü...
Bir başka lanet senaryosu...
Bir
bakıma, ezelden beri süregelen Doğu-Batı savaşının bir merhalesi de
sayılabilir. Anlaması, çözmesi zor bir tahteravalli gibi.
Bu güzel
yarımadanın, binlerce yıldır Doğu'dan Batı'ya, Batı'dan Doğu'ya, fatihlerin
ayakları altında çiğnenmesi nasıl bir tarih kurgusudur, anlamak mümkün değil.
Neden hep
bu mazlum ve güzel Yarımada? Troya Savaşları, Makedonyalıların işgali, Roma,
Persler, Bizans, Araplar, Haçlılar, Moğollar?
Yazar,
Sevgili Recep Yavuz'un o nazik ve gurur verici mesajında rica ettiği diziyi
mutlaka kaleme alma kararını, tam da bu ovada, bu düşüncelere boğulmuşken alır.
Kendisine ve gıyabında bu tarzdan hoşlanan okura söz verir.
Yola
devam eder.
Ovayı
aşarsınız, Kula sınırı sizi mağrur ve unutulmuş tabelası ile selamlar. Az
sonra, bir önceki yazıda anlattığım manzara sizi teslim almaya başlar.
Yer,
bozkırın siyah/beyaz sadeliğini giyinmiştir. Gökyüzü beyaza çalan mavi, yeryüzü
kapkaradır. Aslolan kara ve beyazdır, gerisi ayrıntıdır, der gibi.
Ovayı
aşıp sola baktığınız anda, birkaç bin yıla ancak ulaşabilen hayal gücünüzün
sınırları, birkaç saniyede milyonlarca yıllık bir uçsuz bucaksızlığa genişler,
anlamaya çalışırsınız, minikleşir, kalakalırsınız. Akıl sır ermez.
Hemen
solda, anayoldan birkaç kilometre ötede Divlit Yanardağı, yeryüzünün hiç
bitmeyen estetik ameliyatının bir izi gibi dikilir. 12 bin yıl önce
patlamıştır. Ama, bir milyon yıllık bir patlamalar dizisinin son evresidir.
Etekleri
ve tabanı, çevresinde kilometrelerle ölçülen bir alan, bir zamanlar hayatı
bitirmeye akan lavların taşlaşmış mirası gibi kapkaradır.
Kula ve
çevresinde 4 tane aşınmamış, muhtemelen patlama potansiyeli taşıyan yanardağ, 9
tane de aşınmış, faaliyeti bitmiş yanardağ vardır. Batı'dan Doğu'ya bir hat
üzerinde sıralanmışlardır.
Demirköprü
Barajı'nın yanındaki Sindel Yanardağı'nın eteklerinde, taşlaşmış lavlar
kazıldığında altından insan ayak izleri çıkar. Hem de onlarca...
Bilim bu
izleri yaklaşık olarak 25 bin yıl geriye tarihlendirmektedir. Bu izlerden
sadece Fransa ve Macaristan'da olmakla birlikte, bu kadar çok sayıda, kadın,
erkek ve çocuk ayak izleri sadece Sindel çevresindedir.
Tarih,
doğa, kültür Ege'nin bu bereketli topraklarında Kula adlı hazineyi el birliği
ile örmüş, sarıp sarmalamış, neredeyse hiç bozulmadan yirmi birinci yüzyıla
hediye etmiştir.
Kula'da
sadece insanlık tarihi değil, yeryüzünün sancılı estetik operasyonlarını
kaydeden jeolojik tarih de sahnededir. Jeolojik tarihi uzmanına bırakalım.
Ancak birkaç bin yıllık bir dilime yetecek olan algılarımızı, yine Kula'nın
insanla buluştuğu ilk çağlardan bu yana yöneltelim.
Yani,
Amasra'lı hemşerimiz, tarihçi Strabon'un verdiği isimle KATAKEKAUMENE'ye
odaklanalım. Bir turizmci gözü ile baktığım için, Kula'ya gelecek bir
tatilcinin zamanını nasıl geçirebileceğini anlatalım. Ki, sakladığı hazinelere
bakılırsa, zaman geçirmekten çok, nasıl yeteceğini düşünmek daha doğru olur.
Yolumuza
devam edelim. Yine solda, Gökçeören Beldesi'ni kuzeyden çeviren aşınmış
volkanları geçince, hemen birkaç kilometre içeride Emre Köyü'nü görürsünüz.
Adından
anlaşılacağı gibi, Anadolu'nun birçok yöresinin sahiplendiği Yunus'un
türbesinin bulunduğu köy...
Girişten
başlayarak herkesi içine alıveren manevi bir sis, sanki Emre Köyü'nün doğru
adres olduğunu, Yunus'un burada Hakk'a yürüdüğüne ikna eder sizi. Emre Köyü,
adını kurucusu Tapduk Emre'den alır. 700 yıllık bir geçmişi vardır.
Bir
tarihi çeşme, Carullah Bin Süleyman'ın inşa ettirdiği muhteşem cami (
1547/1548), hamam, konaklar ve pazaryeri buram buram Osmanlı/Selçuklu kokar.
Tekke ve medrese de Osmanlı'nın iz bırakmış mühürleridir.
Carullah
Bin Süleyman Camii'ne bir parantez açalım, benzeri az bulunur ahşap ve taş
işçiliğini, duvar resimlerini zikredeyim. Gerisini okurun iradesine bırakayım.
Sözler bu
ustalığı anlatmakta yetersiz kalır. Ya ziyaret edin, ya da hiç olmazsa
internetten araştırın. Pişman olmazsınız.
Demem o
ki, Emre Köyü, Ege gezilerinizin rotasında mutlaka yer almalı, o mistik havayı
hücrelerinize çekmeli, aidiyet duygusunu sonuna kadar yaşamalısınız.
Kula'nın
içi bambaşka bir derya... Bir yanı tarihi 1500'lerde dondurmuş, özentilik kokan
moderne direnmiş.
Osmanlı
ve Rum tarzında tam 3200 tane ahşap ev, her bir parçasına sinmiş yüzlerce
yıllık insan kokusu ve anılar ile mağrur bir duruş sergiliyor.
Eminim
içeri giren insanın kokusu, ayak sesleri, konuşması ile şöyle bir canlanıyor,
ama, birkaç dakikalık ziyaret sonrası mekanı terk edenlerin ardından dirilme
umutları tekrar kararıyor, bir başka vuslatı hayal etmeye başlıyorlar.
800
tanesi tescilli ve restorasyon için hazır. Bu 800 evin restore edilmesi ve
uluslar arası bir işbirliği ile klasik otelcilikten farklı bir sistem ile
konaklamaya açılması Türkiye turizmine farklı bir ivme kazandırır.
Nasıl
olur? Kimler rol üstlenir? Hangi pazarlarda ilgi çeker? Bu, yazarın şu andaki
gündemini ve bu yazının boyutlarını aşar.
Ama, iki
tarihi kilise, 8 tane Osmanlı mirası cami, 12 tane muhteşem Kula Konağı, 4 tane
büyük Osmanlı'dan hediye arasta, yine Osmanlı hediyesi 2 tane tarihi çeşme,
Osmanlı Paşalarından Sungur Bey tarafından 1351 yılında Selçuklu Mimarisi ile
yaptırılmış ve ilgisizlikten 2 metrelik bölümü toprak altında kalmış Sungur Bey
Hamamı ile Kula 'nereden geliyoruz?' sorusunun yaşayan bir cevabı gibi adeta.
Sırası
gelmişken bir parça ağlayayım. Macaristan, Dünya'da hamam kültürünün kaynağı
olarak bilinirken, Dünya Türk Hamamı'nın mucizesini kabullenmişken, 650 yıllık
hamamı toprak altına terk eden, unutturan, Avrupa'dan hamam tutkunlarına
tanıtmayan bir vizyonsuzluk karşısında ancak ağlanır.
Arastalarda,
heybecilik, yün yorgancılık, eğercilik, demir, bakır zanaatı, keçecilik,
leblebicilik, ahşap işlemeciliği, dericilik nur yüzlü ihtiyarların elinde,
zamanın tik taklarına meydan okuyan sade ritmlerle sürerken, bu bin yıllık
ustalıkları, rekabet edilmesi zor meydan okuyuşlar olarak Dünyaya sunmamak
karşısında ancak feveran edilir. Utanç içinde kalınır.
Şimdi
Kula'dan çıkacağız. Ankara yönünde on dakika kadar ilerleyeceğiz ve hemen
solda, yeryüzünün Kapadokya'yı yalnız bırakmamak için yarattığı Peri
Bacalarından bahsedeceğim, çoğu okur kafa bulduğumu sanacak.
Ama, onlar
orada. Şu an tasarım aşamasında olan Kula GeoPark'ın başyapıtı olmaya aday,
sahne alacakları anı bekliyorlar. Gidin, görün.
Peri
Bacalarının önündeki yoldan devam ediyoruz. Bu dolambaçlı stabilize yol sizi
zamanında Roma İmparatoru'nun ölümsüzlük kaynağı olarak tanımladığı Emir
Kaplıcaları'na çıkarır.
Avrupa'da
2000 metreden pompa ile çıkarılabilen 40-50 derece jeotermal suya mukabil,
burada, 150 metreden, 80 derece su kelimenin tam anlamı ile fışkırır.
Yazar, bu
suyu yeryüzüne ulaştığı borudan, kendi gücü ile yaklaşık yedi metreye
fışkırırken bizzat görmüştür, bilginize.
Hemen
kaplıca binasının karşısındaki kayalıklarda bir kabartma göreceksiniz. Daha
doğrusu, kayalara yan yana işlenmiş üç niş. Birisinin içindeki kadın figürü
dönemin Roma İmparatoru'nun kızıdır.
Ölüm
döşeğindeki kızı bu sularda kısa sürede eskisinden daha canlı ve güçlü hale
gelmiştir. Bu doğal tedavinin anısına İmparator kayalara kızını
resmettirmiştir.
Doğa
yeryüzünün bu tarafında bir başka güzel makyaj yapmış. En güzel giysilerini
buralara saklamış.
Tarih,
misket, gazoz kapağı, resim biriktiren geçmiş zaman çocukları gibi, bütün
anılarını bu coğrafyada gizlemiş. Yaratıcı irade, maden suları, termal
kaynakları, doğal tarımı ile diri kalmanın şifrelerini bu topraklarda korumuş.
Lidya,
Roma, Bizans, Pers, Selçuklu, Yunan, Osmanlı, binlerce yıldır herkes bunun
farkında ve peşinde.
Biz
neredeyiz?
Gerisini
gidin, görün, yaşayın. Benden bu kadar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder