30 Aralık 2012 Pazar

Değiş ya da öl


Akdeniz’deki çok değerli turizmci dostlar…

Yatırımlarınızın verimliliğini bugünlere kadar başarı ile sürdürdünüz.

Bunu yaparken de çok önemli bir misyonu yerine getirdiniz.

Bu ülkeye sadece istihdam değil, yurtdışında muhteşem bir itibar da kazandırdınız.

En küçük bir şüphe bile duymadan açıkça ifade ediyorum, yüzlerce yıllık ‘Barbar Türkler’ algısı yerle bir oldu ise, bunda en büyük pay sizindir.

Sizin, Dünya’nın en riskli ve en kırılgan endüstrisi olan turizme yaptığınız cesur yatırımlar bu süreci başlattı.

Sizin yatırımlarınızda olağanüstü bir konukseverlik ile karşılaşan Avrupalı’nın, Rus’un, Amerikalı’nın ezberi bozuldu.


Otellerde, sokaklarda, meydanlarda, istisnalar dışında, muhteşem bir konukseverlik ile karşılaşan turist bu ülkede müşteri değil, insan olduğunu hissetti.

Ülkesinde itilen, kakılan, ötekileştirilen ve hayata inancı tükenmiş Avrupalı emekli sizin tesislerinizde insan olmanın gururunu yaşadı. İşte tam da bunun için otellerinizin müdavimi oldu.

Bugün Avrupa’nın önde gelen yayınları, araştırma kuruluşları, tatil siteleri, bu eşsiz ülkeyi her yıl, tatil seçeneklerinin ilk sıralarına koyuyor ise, bunun haklı gururu size aittir.

Bütün bunlar için size kocaman bir teşekkür.

Daha alınacak çok yol var. Yaşananlar, Türkiye’nin gelecekte varacağı yerin belki çeyreği bile değil. Ben de sizler gibi Türkiye’nin geleceğine adeta biat derecesinde güveniyorum.

Teşekkürden sonra bir de minik bir uyarı. Tehlike uyarısı demeyelim, bir işaret…

Aslında bu dev yatırımları akıl eden, hayata geçiren, yaşatan sizlerin de çok iyi bildiği ve mutlaka gündeme aldığı bir durumu hatırlatma…

İnsan artık daha az sadık…

Ya da daha az sadakatli, diyelim.

Hele hele ürünlere, markalara, kurumlara sadakat daha da hızla azalıyor. İnsanın sadakatini kazanmak için kırk takla atmak zorundasınız.

Teknoloji ve bilgiyi genetik hafızasına kodlayan insanoğlu artık daha yeniyi, daha ilginç olanı, daha yararlıyı, daha estetiği, daha etkin olanı arıyor.

İnsanoğlu tüketim alışkanlıklarında ‘ihanet’i normalleştirdi ve bundan asla bir vicdani rahatsızlık duymuyor artık.

İnsan, tüketim dünyasının 7 Kocalı Hürmüz’ü oldu.

Bu gerçekliği görmek, anlamak ve kabullenmek durumundayız. Ki, bu ‘ihanet’ trendine yenilmek bir yana, biz tüketicinin aklına ve yüreğine en ‘çapkın’, en ‘çekici’ seçeneklerle girelim ve her daim ‘gözdesi’ olalım.

Tamam.

“Edebiyatı bırak kardeşim, anlat ne oluyor?” dediniz.

Duydum.

Hemen sadede geliyorum.

Hadi gelin he birlikte itiraf edelim.

Turizm, katma değeri çok yüksek bir endüstri değildir.

Doğanın ve tarihin verdiği zenginlik turizmin en önemli bileşenidir ve bu bileşenin ortaya çıkmasında insan aklının en küçük bir katkısı yoktur.

Yani…

Antalya’ya bu eşsiz kıyıları insan aklı vermedi.

Antalya bu eşsiz denizi bir ziynet gibi kuşanırken insanoğlunun ortaya çıkmasına daha milyarlarca yıl vardı.

Antalya, denizinde yüzülürken, bir saat mesafede kayak yapılabilen bir coğrafya, ama insan iradesi bunun dışında.

İşin kötüsü de bu ama…

Aynı insanoğlu, artık içinde insan aklının ve emeğinin billurlaştığı ürünleri tercih etmeye başladı.

Yaratıcılık istiyor…

Emek istiyor…

Zeka istiyor…

Fayda arıyor…


Bakınız değerli dostlar, gelecekte, belki tahmininizden de daha önce bütün bu otelleriniz, tatil köyleriniz vs vs demode olabilir.

Doyumsuz insanoğlu, otellerinizi ve tatil köylerinizi hafızasındaki ‘etnografya müzesi’ne postalayabilir.

Tatil anlayışı değişebilir.

Hayata bakış açısı farklılaşabilir.

Teknoloji insana bir tatilden beklediği her şeyi evinde ve dijital olarak sunabilir.

İşte tam da bunun için diyorum ki;

‘Differentiate or die’ yani ‘ değiş ya da öl’ 

Bu mevzuu uzun bir süre işleyeceğim. İş çok ciddi zira… Bir önceki yazım ile bağlantılı olarak adım adım gideceğim. Sonuçta ortaya projeler çıkacak.

Umarım yararım olur.

Bir önerim var elbette. Ama önerimi size sunana kadar siz lütfen şu haberi okuyun.

Alman mimar Bolu'ya yaşlılar köyü kuracak

Kardeş iki kent Neuss ve Bolu ortak bir projeye imza atarak Bolu’da Alman ve Türk yaşlıların bir arada yaşacağı Yaşlılar Köyü kuracak.

Uzmanlık alanı çevreci binalar olan Alman mimar Ingo Tintemann tarafından Yaşlılar Köyü’ne inşa edilecek 400 ev, enerji giderleri düşük çevreci özelliklere sahip olacak.

Özel yönetimi de olacak Yaşlılar Köyü’ne ayrıca rehabilitasyon merkezleri de kurulacak.

Yaşlılar Köyü’nün kurulacağı alanı tespit etmek için beraberinde bir heyetle kısa bir süre önce Türkiye’ye giden mimar Ingo Tintemann, burada kendilerine gösterilen üç farklı arazi arasından köyün kurulacağı alanı seçti.

Ingo Tintemann, “Burası aynı zamanda coğrafi açıdan çevreci binaların yapımı için oldukça iyi bir konumda. Yeterince güneş alıyor ve engebeli bir arazide olması nedeniyle rüzgardan korunuyor” dedi.

Ocak ayı sonunda tekrar Bolu’ya gideceğini söyleyen Tintemann, Yaşlılar Köyü içerisinde hobi alanlarının geniş tutularak bu köyün huzurevi görünümünden uzaklaştırılmasının hedeflendiğini de ifade etti.

İlk etapta 200 evin yapımına başlanmasının planlandığını belirten Tintemann, çevreci özelliklere sahip binaların yapılmasının Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz’ın fikri olduğunu söyleyerek,

“Bolu’da neredeyse beş ay evlerin ısıtılması gerekiyor. Yapılacak çevreci evlerle enerji tasarrufu da sağlanacak. Bolu Belediyesi projenin gerçekleşeceği alanda arsa alımına devam ediyor. Köyde yaşlı insanlar yaşayacağı için engebeli arazinin alt ve üst kısımlarını bir asansörle birbirine bağlamayı da düşünüyoruz. Engebeli arazilerde yaya ulaşımını rahatlatmak için Portekiz’in başkenti Lizbon’da, İspanya’da ve Kuşadası’nda kayalıklar üzerine inşa edilmiş bir otelde bu tip asansör örnekleri var. Bu örnekleri yakından inceleyeceğiz” dedi.

Önümüzdeki yıllarda yapımına başlanacak Yaşlılar Köyü projesine Neuss ve Bolu kentleri dışında Alman Kızılhaçı ile Kızılay da destek verecek.

Bolu Belediyesi Basın Danışmanı Hüseyin Tuncay yer tespiti için Bolu’ya giden mimar Tintemann’ın Su Arıtma Tesisleri’nin bulunduğu bölgeyi uygun gördüğünü söyleyerek, gerekli resmi işlemlere başlandığını ve kısa zaman içerisinde konu ile ilgili somut adımlar atılacağını ifade etti.

28 Aralık 2012 Cuma

Türkiye Avrupalı Yaşlının Sığınağı Olmalı


Türkiye’deki insani değerler en büyük kozumuz

Önce şu haberi okuyalım. İngiliz Daily Mail gazetesinden tercüme edildi.

Almanya yaşlılarını sürgün etmekle suçlanıyor

Çok sayıda yaşlı Alman roket gibi yükselen bakım ücretleri nedeniyle Asya ve Doğu Avrupa’ya yerleşti.

Devlet ve sigorta şirketleri yaşlıları ve hastaları ülke dışına yollamayı tercih ediyor.

Sağlıklı vicdanlar durumu ‘insanlık dışı sürgün’ ve dehşet verici bir alarm olarak tanımlıyor.

Gelişmeler, emeklilerin sağlık bakımı için evlerini satmaya başladığı Britanya’yı da tehdit ediyor.

Alman emekliler Doğu Avrupa’da ve Asya’da bakım evlerine gönderiliyorlar. Otoriteler bu durumu ‘insanlık dışı sürgün’ olarak tanımlıyor.

Özel sektörden sağlık tedarikçileri işi iyice ileri götürdüler.

Denizaşırı ülkelerde yaşlılar için evler inşa ediyorlar. Devlet sigortaları ise hala denizaşırı ülkelerde servis verip veremeyeceklerini tartışıyor.

Uzmanlar, giderek daha çok sayıda emeklinin bakım ücretlerini karşılamakta zorlandığı bu süreci bir saatli bombaya benzetiyor.

Britanya’da her ay daha fazla sayıda emekli bakım ücretlerini karşılayabilmek için evlerini satıyor. Bu süreç Britanya için bir tehlike sinyali.

Almanya’da Sozialverband Deutschland (VdK) isimli bir sosyo-politik danışmanlık kuruluşu Almanya’da yaşanan süreci geri dönüşü giderek zorlanan bir tehlike sinyali olarak değerlendiriyor.

VdK’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ulrike Mascher “ Almanya’yı inşa eden bu insanların bu duruma düşmesine, adeta sürgün edilmelerine izin veremeyiz.” diyor. “ Bu insanlık dışı bir utanç olur”.

İstatistiklere bakıldığında, 2011 yılı itibarıyla 7.146 Alman emeklinin Macaristan’da yaşlı bakım evlerinde yaşadığı ortaya çıkıyor.

600 Alman emekli Slovakya’da hayatını sürdürürken, 3000 tanesi de Çek Cumhuriyeti’nde yaşama tutunmaya çabalıyor.

İspanya, Yunanistan, Tayland ya da Filipinler’de yaşayan emekli Almanların sayısı hakkında hiçbir fikir yok.

Alman Federal İstatistik Bürosu’nun verilerine göre 400 binin üzerinde yaşlı artık huzurevlerinin aylık ödentilerini bile karşılayamıyor.

Bu sayı her yıl 5% artıyor. Bu durum uzayan yaşam sürelerine karşılık emekli maaşlarının sabit kalmasına bağlanıyor.

Sonuçta, Alman Devletinin resmi sağlık fonu olan Krankenkassen artık yaşlılara ve emeklilere daha ucuz bakım sağlanması için ülke dışında seçenekler arıyor.

AB yasaları, şimdilik resmi sigorta şirketlerinin denizaşırı ülkelerdeki huzurevleri ile anlaşma imzalamalarını engelliyor.

Ama Avrupa’nın nüfusunun hızla yaşlanması bir gerçek ve parlamentolar yakın bir gelecekte bu duruma bir çözüm üretmek için çalışıyorlar.

Evet…

Nedir Türkiye’nin bu süreçten elde edeceği büyük yarar?

Anatacağım...

Keşke Almanya başta olmak üzere, Batı’da yaşlıların yaşadığı sıkıntılar sadece bu haberdekiler olsaydı.

Daha ötesi var.

Avrupa’da yaşlıların yaşam ile bağları kopuk. Artık sokakta, kafelerde, sosyal alanlarda yaşlılara asalaklar gibi bakılıyor.

Batı gençliğinin yabancılardan sonraki ‘düşmanı’ yaşlı nüfus…

Onları sırtlarına vurulmuş yük gibi görüyorlar. Selam vermiyorlar. Ötekileştiriyorlar.

Yaşlı da olsa insanın en vazgeçilmez gereksinimi iletişim…

Birileri ile konuşmak.

Birilerinin kendisine konuşması…

Dünyanın neresinde olursa olsun yaşlılar var olduklarını hissetmek, bunu sonuna kadar yaşamak istiyor. Yaşamakta olduklarını hem kendilerine, hem de herkese kanıtlamak için her şeyi yapıyorlar.

Bunun için gerekirse yılda birkaç kez yurtdışına seyahate gidiyorlar. Uzun süre kalıyorlar.

Orada en fazla yaptıkları şey her fırsatta bol bol personelle konuşmak, şakalaşmak…

Yoksa siz Side bölgesindeki otellere onuncu, yirminci, kırkıncı kere gelen Almanların gerçekten de o otelin ‘eşsiz’ kalitesine geldiklerini mi sanıyordunuz?

Yoksa siz ülkelerinde kış başlarken evini kapatıp Alanya’daki apartlara gelen yaşlı İskandinavların gerçekten de o apartın ‘eşi benzeri bulunmaz’ hizmet kalitesi için mi orayı tercih ettiklerini düşünüyordunuz?

Birkaç başarılı marka hariç, hayır!

Onlar öncelikle İNSAN’a geliyorlar.

Onların ülkelerinde ve komşularında artık olmayan şeye, İNSAN’a geliyorlar.

İnsan sesine. Gözlerdeki dost bakışa. Sıcaklığa. Heyecana. 

Sevecenliğe. Konukseverliğe. Saygıya. Şefkate.

Side’nin, Alanya’nın, Kemer’in izbe, leş gibi sokaklarına, kirli kaldırımlarına, ayyaş naralarına, aniden patlayan sokak kavgalarına, çakma marka satan gecekondu dükkanlarda bile bile kazıklanmaya, caddelerde trafik magandalarından korkmaya geliyorlar.

Yaşadıklarını anlamaya, bilmeye, hissetmeye geliyorlar.

Zira geldikleri ülkelerde insan olduklarından bile emin değiller. Oralarda gençler ve orta yaşlılar artık onları insan yerine koymuyor.

Türkiye’nin bundan sağlayacağı fayda nedir?

Çok…

Türkiye akıllı ve insani bir stratejinin ürünü bir planlama ile imajını da parlatır, milyonlarca Batılı emekliye ‘analık, babalık’ da yapar, hepsini yeniden hayata döndürür.

Bir Batı emekli cenneti olur…

Nasıl mı?

Bir sonraki yazıya…

Ama unutmadan… Öyle aşırı yatırım bütçelerine gerek yok. Biz olalım yeter. Binlerce yıldır olduğumuz gibi…

Biz olalım.

Sevecen. Konuksever. Şefkatli. Saygılı. Yaşlılara hürmetkar…

Kazanacaklarımızı hayal bile edemezsiniz…

Bir sonraki yazıya çok basit bir proje arz edeceğim…

14 Aralık 2012 Cuma

Teşekkürler Çarşı


Bu yazıyı 2009’da yazmışım. Ama Çarşı Van depremindeki dayanışması için empati ödülü aldı, ben de duygulandım. Eklemeler yaptım. Yeniden yayınlıyorum. 

Durun, hemen yargısız infaz yapmayın. Aslolan hayat ise, turizm hayatın atardamarı, futbol toplardamarıdır. Değilse, her kış binlerce takımın gelip Antalya’da kamp yapmasına ne diyeceksiniz?

Ya da, onlarca otelin, son birkaç yılda bahçesine bir futbol sahası kondurmasına?

Ne demiş Simon Cuper;


“ Futbol asla sadece futbol değildir”.

**
Uzun bir süre görmezden geldim, aldırmadım. Çünkü fanatik bir Fenerbahçe taraftarıyım. Sen de rakip takımın taraftarısın.

Arada bir, seslendirdiğin sloganların, tezahüratların içten içe hayranı olmadığımı söyleyemem.

İçimden, kimsenin duyamayacağı bir fısıltı ile “ budur” dediğim olmuştur.

İtiraf edeyim, şu slogan senin yaratıcı emeğinin ürünü;

‘ Alemde iki büyük vardır, birisi 70’lik rakı, diğeri Beşiktaş’.

Gerçekten de budur! Hatta “buyur, buradan yak!”

Kısa, öz, anlamlı ve çarpıcı. Helal olsun.

BİR İLKBAHAR SABAHI
SOPAYLA UYANDIN MI HİÇ?
ÇILGIN GİBİ KAÇARAK
MAÇKA’YA UZANDIN MI HİÇ?

Şiddete karşıyım, ama sizin söyleminizde, şiddet bile insanın sinirlerini gevşeten doğal bir mizah sosuna bulanabiliyor. Şiddeti bile sevdireceksiniz neredeyse…

Ama, hayır!

Yapmayın. Sadece sözde kalsın.

Yarı ciddi yarı şaka bir duruştan öteye gitmesin ne olur.

Ortega’nın Fenerbahçe’de oynadığı sezon, sarı/lacivert forma ile Saraçoğlu’na kadar gelip, “ bilet bulamadık, içeri giremiyoruz” diyerek, bizimkilerin eline ‘Cobarde Galina Ortega’ pankartını tutuşturmanız, Ortega’nın, sarı lacivert tribünlerde ‘korkak tavuk Ortega’ yı okumasını sağlamak az buz fırlamalık değildi.

Dilim en ağır küfürleri seslendirse de heyhat, içimden “vay be” dedim.

Irak savaşı sırasında, mitinglerde açtığınız ‘Beşiktaş’ lıyız. Savaşa karşıyız’ pankartınızı okuduğumda, tribünlerde haykırdığınız ‘ Amerikan şahinlerine karşı Karakartallar’ sloganını duyduğumda, beynimdeki hayranlık noktaları tahrik olmadı, demek ikiyüzlülük olur.

Sarı Lacivert camia ne der kaygısı ağır bastı, kimse ile paylaşamadım, ama kendi kendime itiraf ettim, helal olsun dedim.
Bizimkiler ve Galatasaray’ lılar, futbolun yeşil sahalardaki tepişmeden ibaret olduğu saplantısı ile tribünlerden hayatın içine taşamayan bağırış, çağırışlarla ses tellerini yıpratırken, bir baktım, Nazım Hikmet’in ‘aslolan hayattır’ının arkasına ‘Hayat da Beşiktaş’ı ekleyivermişsiniz.

Ne denir?

Komşu’nun bahçesinden elma araklamaya girmişiz, mahallenin çelimsiz çocuğu en iri, en dolgun elmaları indirirken, bahtına çürük çarık birkaç elma düşmüş bir çocuğunkine benzer duygularla kahroldum.

Kuzum, bu farklılık nereden?

İçinizden taşan bu yaratıcı fırlamalığı besleyen damar nerelere uzanıyor?

Sadece varoşlar, desem mümkün değil, zira biliyorum ki içinizde doçent de var, Avukat da, Mühendis de…

Sınıfsız toplumu hayata geçirdiğiniz bile söylenebilir.

Bir işsiz ile bir işadamı ortak payda da buluşabiliyor ise, söylenecek tek şey var.

Siz futbol evreninin nirvanasına ulaşmışsınız.

Ve bir gün Pop’un ahir zaman peygamberi Michael Jackson öldü.

Sizin sınır tanımaz cinliğiniz de tavana vurdu.

‘ Hayatının yarısını siyah, yarısını beyaz yaşayan büyük Beşiktaş’lı Michael Jackson, ruhun şadolsun’ pankartınızı gördüm…

Bittim.

Ruhen... Fiziken bittim.

Kalbimde, ısrarla varlığını korumaya çalışan Çarşı karşıtı barikatlar tuzla buz oldu.

Bu mesajı, kalıcı bir veda öncesi Dünyanın çevresini son kez turalayan Michael Jackson’un ruhunun da okuduğundan ve sonsuzluğa vardığında, o tarafa göçmüş ne kadar gizli, açık fırlama varsa hepsine anlatacağından eminim.

Hepsinin “Vay kitapsızlar vay” diyeceğinden de…

Ama benim teşekkürüm bunlar için değil…

4 Aralık 2009 Cuma gecesi. Beşiktaş-Diyarbakırspor maçı öncesi…

Bir hareketiniz ve bir sözünüz, aklımı, ruhumu kemiren korkuları sildi süpürdü. İç savaşı körükleyenlerin de heveslerini kursaklarında bıraktı, bundan eminim.

Siz ki, o akşam ‘ırkçılığa karşıyız, Beşiktaş’lıyız’ dediniz ya…

Binlerce kilometre öteden, sadece futbol oynamak için gelen 11 delikanlıyı bağrınıza bastınız ya…

Her kentte küfürlerle, hakaretlerle karşılanan bu ekmek kavgasındaki çocukları, Beşiktaşlı futbolcularla el ele çağırıp alkışladınız ya…
Helal olsun size.

Bir kere daha ve sizin sayenizde inandım ki, Türkiye yavaş yavaş uyanan, uyandıkça gücünün farkına varan, on, yirmi, otuz değil, yüzlerce kültüre, cemaate, inanca, imana, tercihe, siyasi görüşe Vatan olabilecek bir devdir.

Ama, kusura bakmayın.

Bu Ülkede eşini, siyasi görüşünü, tercihini değiştirene bile bir şey demiyorlar.

Gelgelelim, çocuklukta yaptığı taraftarlık tercihini değiştirene ‘dönek’ yaftasını hemen ve sorgusuz, sualsiz yapıştırıyorlar.

Bunu göze alamam.

Hücrelerim sarı lacivert.

Bu iki rengin yanına ne siyah, ne beyaz eklenebilir. Biososyal genetiğim bozulur.

Bizimkiler bunu hissettikleri anda sosyal linç beni bekler.

Ama, çok daha derinlerde bir yerde Çarşı sempatisi bir rezerv olarak kalacak.

Sağolun güzel insanlar.

Zorunlu ekleme:

Ulen keratalar, hele bir de Van Depremi sonrasındaki Beşiktaş Galatasaray maçının tam da 65. dakikasında, yani Van’ın plaka numarası olan dakikada soyunup o hadi hisset şarkısını söylediniz ya… Bir de güneş resmi olan bir pankart açtınız ya…

Ben bittim.

Söylenecek söz kalmadı.

Helal ulen size…


8 Aralık 2012 Cumartesi

Yaralı ve ağlamaklı kedi


Bu gün saat 16.00 civarında Kemer’den Antalya’ya dönerken aniden yolun ortasında beliriveren yavru kedi…

Beldibi’ne yakın bir yerde yolun ortasında gördüğümüz kedicik…

Minik, güzel, mahzun, çaresiz kedicik…

Havanın rengi ve kokusunun gri bir Antalya akşamına döndüğü saatlerde, sadece kafasını sağa sola çevirebilen ve yardım dileyen yavrucuk…

Hayvan sen misin, sana çarpıp kaçan o insanımsı mı?

Hayvan sen misin, yanından bir telaş geçip giden ben miyim?

Konuşamayan…

Trafik nedir bilmeyen ve anlamayan…

Yanından vızır vızır geçen araçların tehlike olduğunu bile öğrenememiş garip kedicik…

Sen misin, biz miyiz hayvan?

Sana bir özür borçluyum, ama ne anlamı var ki bunun?

Neye yarar aradan saatler geçtikten sonra seni öfke, acı, pişmanlık, zavallı bir çaresizlik içinde hatırlamak ve ardından ağlamak?

Evimden çıksam…

Oraya kadar yerlerde sürünerek gelsem…

Hala orada isen seni bulsam…

Büyük bir olasılıkla o korkunç trafikte son nefesini vermiş bedenin önünde diz çöksem, neye yarar ki?

Yapmam gereken tek bir hareket vardı orada, o anda…

Birlikte seyahat ettiğim arkadaşıma ‘dur’ demek, araçtan inmek, seni kucaklamak ve ilk veterinere götürmek…

Eğer hala umut var ise ve yaşayacak günün kalmışsa, buna vesile olmak.

Yapmadım.

Yapamadım.

İnsanca olmayan, vahşi, bencil bir acele beni aldı, o trafikte Antalya yönüne iteledi adeta…

Belli ki bir ‘hayvan’ senin bacaklarının üstünden geçti, ne var ne yok, kırdı, ezdi, geçti…

Bir de bastı gitti. Öyle ya, sen kedisin. İnsan değilsin…
Ey güzel, mahzun, yaralı, çaresiz kedi…

Lütfen bağışla beni.

Hakkını helal et. Şu an gözlerimden sicim gibi akan yaşların hatırına affet beni.

Kendimi bir cinayete tanık, hatta pasif ortak olmuş gibi hissediyorum. Ve öyle. Bir cinayet işlendi sen hayata veda etmiş isen... Ben de buna ortak oldum...

Tek tesellim var…

Ben senin yanından olanca ‘telaşım’ ile geçip giderken, bir araç sağa çekti ve durdu.

Dikiz aynasından baktığımda hala orada idi. Umarım o sürücü bir yüreklilik ve insanlık dersi vermiştir hepimize.

O hızla akan trafikte ortaya gelip seni aldı ise eğer…

Bu kurtarıcı benim gözümde yeryüzünün bütün fatihlerinden, bütün muzaffer komutanlarından daha değerli ve daha asildir.

Ey o güzel insan…

Sen kan dökmedin, can kurtardın.

Can kurtarmak yeryüzünün bütün savaşlarından daha kutsaldır. İnsanlığın binlerce yıllık tarihinde nice fatihlerden, nice komutanlardan daha yiğitsin, daha asilsin.

Teşekkürler sana.

Yeryüzünün bütün hayvanseverleri…

Denizde, karada, havada canlıların yaşam hakları için hayatını ortaya koyan asil insanlar…

Binlerce teşekkür…

30 Kasım 2012 Cuma

Tanıtım beceriksiziyiz


Burdur’un Ağlasun isimli bir kazası vardır.

Birçok antik yerleşim merkezi gibi, bu kentin adı da çok farklı imiş aslında…



Ama ne hikmet ise, bu antik ismi beğenmemiş atalarımız. Farklı bir isim vermeyi uygun bulmuşlar, Ağlasun. Sanki temelinden tepesine her aşamasına emek vermişler gibi... Neyse geçelim bu hususu da meramımıza dönelim.

Ağlasun’un hemen yakınında bir antik çağ şaheseri vardır. Sagalassos. Bölgede ilk insan yerleşimleri MÖ 8000 yılına tarihlenir. Hitit yazıtlarında bölgeye Salawassa olarak değinilir.

Frigya ve Lidya uygarlıkları döneminde Sagalassos’un güçlendiği ve zenginleştiği bilinmektedir. Pers işgalinde Psidia’nın geneli ve özellikle Sagalassos’un en güçlü direnişi sergilediği kayıtlara geçmiştir.

Neyse… İşte bu kent Sagalassos…

Aşağıda aktaracağım hikayeyi ben de Hürriyet gazetesinin 1999 tarihli bir nüshasında okudum. Sorumluluk onların… Aşağıdaki bölüm 1999 tarihli Hürriyet’in haberidir.

Ağlasun’un köylerinden kazı için toplanan köylülerin yaşadığı büyük şok

Sagalassos kazısının bir yerinde tam 3 bin yıllık bir iskelet buldular. İskeletin ve kazı işçilerinin DNA örnekleri alındı, tahlile gönderildi.

Sonuçta ne oldu biliyor musunuz?

3 bin yıllık iskeletle, Burdur, Ağlasunlu kazı işçileri akraba çıktılar! Şimdi kafaları karışmış durumda. Biz neyiz, Türk değil miyiz, Yunanlı mıyız diye soruyorlar birbirlerine...

Burdur'daki Antik Sagalassos Kenti kazıları 10 yıldır sürüyor. 1989 yılında başladı. Belçika Leuven Katolik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Marc Waelkens başkanlığında.

Üç yıl önce, 1996'da, antik kentin agora (çarşı) bölümünün kazıları sırasında, işçiler bir iskelet buluyorlar. Bölgede rastlanılan ilk insan izlerinin günümüzden 12 bin yıl öncesine uzandığı biliniyordu. Ne var ki, kazı işçilerin bulduğu iskeletin 3 bin yıl öncesine ait olduğu anlaşılıyor.

‘‘Bu bizim atamız, atamızı bulduk’’ diye, tarihi bir kazı sırasındaki buluşlarıyla keyiflenmiş, kendi aralarında eğlenirlerken kazı, heyeti başkanı Belçikalı Prof. Dr. Marc Waelkens, beklenmedik bir şekilde bu şakayı ciddiye alıp, iskeletten kemik, kazı işçilerinden de saç teli örnekleri alıyor. Ülkesine, Belçika'ya incelenmesi, DNA testi yapılması ricasıyla gönderiyor.

Belçika'da, laboratuvarda ‘‘karbon’’ testi yapıldıktan sonra, netice Türkiye'ye postalanıyor. Ve ilginçtir, 3 bin yıllık iskeletin DNA yapısıyla, kazı işçilerinin saç örneklerinden elde edilen DNA'nın yapısının benzerliği ortaya çıkıyor.

İşte Ağlasun’un Psidya’lıları

Antik Sagalassos kenti kazısı işçilerinden Ali Toprak, Ahmet Şimşek, Recep Dolutaş, Cafer Savaş, Gürsel Coşkun, Mehmet Kurt, Ramazan Onaç, Ömer Ot, Mustafa Kavak, İbrahim Altınok, Ali Sak, Mehmet Altınok, Osman Aynalı, Ömer Akınca ile kazı bekçisi Şeref Boskurt'un, 3 bin yıllık iskeletle yakın ya da uzak akraba oldukları kesinleşiyor.

Ağlasunlu işçilerin üç bin yıl önce yörede yaşamış bir antik insanla akraba çıkması, ilginç bir tartışmanın da başlangıcı oluyor.

Şimdi Ağlasunlular ‘‘Sagalassos kentini kuranlar’’ meğer bizim atalarımızmış diyorlar. Diyorlar ama bir hayli de şaşkınlar.

İlçe halkından bazıları, duruma milliyet açısından yaklaşıp ‘‘Biz Yunanlı mıyız’’, ‘‘Biz Türk değil miyiz’’ diyerek tepki gösteriyor.

Bazılarıysa daha pragmatik bakıyor meseleye. Bu yeni buluş sayesinde Antik Sagalassos Kenti'nin daha iyi tanınacağını, bölgede turizmin gelişeceğini, konunun bu yönüyle ele alınmasının kendilerinin yararına olacağını düşünüyorlar.

Antalya Kültür Müdürü Musa Seyirci de, yeni ortaya çıkan bu gerçeğin, Türk tarihine de ışık tutabileceğini söylüyor. Ağlasun'daki kazının önemli bir merkez olduğunu kaydediyor önce, sonra da ‘Karbon Testi’ ile isabetli sonuca ulaşılabildiğini hatırlatıyor. Anadolu'da birçok yerleşim biriminin Türkleştiğini anlatıyor Seyirci, ‘‘Bu olay Türkler için yeni bir tarih sayfası açar’’ diyor.

Bu olayın, ‘Anadolu Türkleri’nin Anadolu halkı ile kaynaştığının' ve ‘Anadolu halkının Türkleştiğinin’ belgesi olduğunu vurguluyor. Bir başka iddiası daha var: Seyirci, ‘‘Bunun yanısıra, bu olay, Türklerin de Anadolululaştığını ortaya koyar. Yani bu aynı zamanda, Anadolu'daki Türkler'in, Orta Asya'daki Türkler'den farklı olduğunu da belgeler’’ diyor.

Sagalassos'ta 1989 yılında başlayan kazı çalışmaları yılın belli aylarında yapılıyor. Bu yılki kazı çalışmaları 4 Temmuz'da başlayacak ve 55 gün sürecek. İlçe halkından çalışmalara katılan işçilere günlük yevmiye olarak sigorta hariç 4 milyon lira ödeme yapılıyor.

Bu arada Belçika Hükümeti tarafından desteklenen Sagalassos Kazıları'na Belçika'nın ünlü bankalarından BDC N.V. Baggerwerken Bank'ın yanısıra, AGFA, Arte Canstructo, Universal Express, Renner Natuursteen, Bekaert, Verstraete, Rotoracat Club, DYKA Plasticpipe System, Soluay gibi firma ve kuruluşlar da sponsor olarak yardım ediyor. Kazılara, Antalya Müze Müdürlüğü'nden Arkeolog Mustafa Demirel Kazı Komiseri olarak nezaret ediyor.

Ağlasun Sakarca Mahallesi Muhtarı Ali Toprak aynı zamanda Antik Sagalassos Kenti'nde kazı işçisi. İskeleti nasıl çıkardıklarını anlatıyor:

‘‘Ağlasun'a Belçikalılar geldi ve burada kazı yapacaklarını, 6 işçiye ihtiyaçları olduğunu söylediler. Ücretleri konuştuk, kazıya başladık. Önce tiyatronun arka tarafından çöplük ortaya çıktı. Her yıl Ağlasunlu işçi sayısı arttı ve 70'e ulaştı. Kazıların 20 yıldan fazla süreceğini söylediler. Agora kazısı yapılırken yıkılmış bir sütunun altında iskelet bulundu.

Prof. Marc Waelkens bize ‘Sizin atalarınız burada yaşamış' dedi. Daha sonra çalışan 70 işçiden saç teli aldılar. Saçlarımızın üstünden bir tutam saç teli alıp zarflara koyduk. Üzerlerine isimlerimizi yazıp Belçikalı arkeologlara teslim ettik. O günden beri bize herhangi bir şey söylemediler. İskelet de Sakarca Mahallesi'ndeki Belçika Kazı Evi'nin deposunda duruyor hala.’’

Şimdi…

Sadece Türk çalışanlar ve akademisyenler olsa belki zorlanırız, ama tanığımız var; Belçika’lı Prof. Dr. Marc Waelkens. Yemin etsek başımız ağrımaz. Hatta sayın profesör sürecin başından sonuna kadar işin başında ve bu keşif ona ait.

Bu keşif ve yaşananlar Sagalassos gibi bir tanıtım mücevheri ile süslenerek muhteşem bir tanıtım fırsatına dönüştürülmedi ise, bu da hepimizin ayıbı.

Bu ilginç keşiften çok satan bir roman, gişe rekoru kıran bir film, Dünya’yı ekran başına çeken bir belgesel çıkmadı ise, hepimize yazıklar olsun.

Bu olay Fransa’da yaşanmış olsaydı… Ya da ABD’de… Yani Sagalassos Fransa’da ya da ABD’de olsaydı… Hemen yakında yaşayan köylülerin birkaç tanesinin Sagalassos’luların torunları ortaya çıksaydı…

Aradan 13 yıl geçtikten sonra o köy, Sagalassos, ve çevresi kutsal bölge ilan edilirdi önce. Giriş ve çıkış kurallara ve denetime bağlı olurdu.

Muhtemelen yılda 10 milyon üzerinde turist bu coğrafyayı ziyaret ederdi. Hele ABD bu süreci muhteşem bir gelir aracına dönüştürürdü ve her yıl milyarlarca dolar kazanırdı…

Türkiye’de mi?

Sagalassos’a bir saat mesafede, Antalya’daki turizm erbaplarına, papağanlarına, çok bilmişlerine, mangalda kül bırakmayanlarına minik bir soru soruverin..

Sagalassos’a gittin mi?

10 kişiden 2 tanesi belki gitmiştir. Sayı üçe çıkarsa ben de Antoninler Çeşmesi’nde kış kıyamette çırıl çıplak banyo yapmaya razıyım…


9 Kasım 2012 Cuma

Siz hala inovasyona inanmıyor musunuz?


Şimdi Japon erkeklerinin bedenleri hakkındaki düşüncelerini yazsam ilginizi çeker mi?

Japon erkeklerinin binlerce yıldır bedenleri ile ilgili olarak bir önyargıya sahip olduklarını söylesem…

Desem ki, Japon erkekleri genetik olarak bedenlerinin kötü koktuğuna inanırmış.

İlginizi çekmez… Bilirim, okur geçersiniz.

Ama Türkiye’de birisi var. Bir işadamı… Bu bilgiyi sonuna kadar okumuş. Alt tarafı bir genel kültür şişirmesi olduğunu düşünmeden okuyunca Japon erkeklerinin bu kokuya karşı geliştirdikleri çözümü de öğrenmiş.

Bu kokuyu bastırmak için bolca gül suyu, gül şurubu, gül yağı, gül marmeladı tüketirlermiş. Böylece bedenlerinin gül kokacağına inanırlarmış…

Siz bu bilgiyi öylesine okuyup geçtiniz. Ama İzmir merkezli Atay Holding’in patronu Mehmet Atay bu bilgiyi okuyup geçmemiş.

Ve tahmin ediyorum aklında bir şimşek çakmış o an..

Zeytinyağı üreticisi Aktay grubu İsparta’dan satın aldığı gül yaprakları ile zeytini birlikte ezerek gül kokulu zeytinyağı elde etmiş. Japonlar bu olağanüstü inovatif ürünü kapışıyor.

Birkaç açıdan kutlamak gerekiyor Atay Holding’i…

Öncelikle, binlerce kilometre ötedeki bir ulusa ait bir bilgiyi okuyup geçmediği, aksine buradan bir değer üretebileceğini hissettikleri için…

Tabi bu ilginç bilgiyi bir üretim değerine eklemlemek de üstün bir inovasyon başarısı…

Kötü koktuğuna inanan Japon erkekleri…

Gül yaprakları…

Zeytinyağı.

Buradan başarı çıkıyor…

Teşekkürler Atay Holding.

Bunca kuru gürültü arasında sessiz, sakin işini yaptığın için…