29 Eylül 2017 Cuma

Dolandırıcının akıllısını severim

Basit ama başarılı dolandırıcılıkları hep takdir etmişimdir.

İşin içinde zeka vardır. Cesaret vardır. Yaratıcılık vardır. Emek vardır.

Böylesi bir dolandırıcılık benim başıma geldiğinde gönüllü olarak kanarım.

Kızmam da…

Neden kızayım ki? Gelecekte eşime dostuma anlatacak bir anı eklemiş olurum hafızama.

Nitekim zaman zaman geldi de…

Bu dolandırmalarda başarının ne kadarı dolandırıcıya ait, o tartışılır işte. Zira tipim ve beden dilim ile adeta “ Gelin beni kekleyin “ diye bağıran birisiyim. Böylece, dolandırıcıyı fizibilite etüdü ve pazar araştırması gibi bir külfetten kurtarıyorum.

Bakışlarım, mimiklerim ve duruşum av arayan dolandırıcılara en net mesajı veriyor;

“ Arayıp durmayın, nöbetçi saftirik ayağınıza geldi.”

“ Dolandırıcıların dikkatine! Nöbetçi saftirik ayağınıza geldi. Her türlü yeminiz itina ile yutulur. 100- 200 TL, Allah ne verdiyse elden teslim edilir”

Bakmayın bu kadar basitçe anlattığıma…

Zor iştir dolandırıcılık.

İnsanoğlu annesinden dolandırıcı olarak doğmaz.  Bu paye sonradan kazanılır. Zorlu ve uzun bir eğitim süreci vardır. Usta dolandırıcılardan el almak gerekir.

Önce insaf, vicdan, acıma gibi duyguları yürekten aforoz etmek gerekir. Dahası bu duyguları ifade eden bu kavramlar da lügatten çıkmalı.

Değme tiyatroculara taş çıkarttıracak ustalıkta bir rol yeteneği olmalı. Beden dili bu işe yatkın değilse geçmiş olsun. İlk dolandırma girişiminde çuvallama kaçınılmazdır.

Eğer dolandırma için seçilen av da dişli ve babayiğit birisi ise eyvah! Bir ton dayak yemek de başarısızlığın bonusu olur.

Öyle bir beden dili ve mimik olmalı ki…

Seçilen av, dolandırıcıyı küçümsesin. Acısın. “ Ulan kim bu salak?” desin. Acıma ile karışık bir yardım etme duygusu ile hareket etsin. Burası çok önemlidir.

Nasıl?

Bu tanımlama tanıdık geliyor mu, ey okur? Hadi sakin ol. Utanma. Yalnız değilsin. En azından ben varım. Ben de senin gibi keklendim.

Hem de kaç kere…

Dolandırıcının şivesi de önemlidir. Çalışılan vakada avın diline, kültürüne ve ortama uygun bir şive olmazsa yine geçmiş olsun. Çuvallama ve ( muhtemelen ) dayak kaçınılmazdır.

Dolandırma girişiminin mutlaka tutarlı bir senaryosu da olmalı. Öyle ki, av o senaryoya gönüllü olarak dahil olsun. Av rolünü can atarak üstlensin. Ki ben her seferinde bu tür senaryolara hiç düşünmeden imza attım. O rolü gönüllü üstlendim.

Dolandırıcı iyi bir gözlemci olmalı. Avını iyi tahlil etmeli. Elde ettiği sonuçlardan çok çabuk çıkarımlar yapabilmeli. Avına, bu çıkarımlara göre yaklaşmalı.

Eğer bütün bu becerilere vakıf ise, bu tür dolandırıcılara keklenmenin hazzı da bir başkadır.

Ki ben bu hazzı defalarca yaşadım. Hatta geçenlerde, beni bundan birkaç ay önce avlayan dolandırıcıya yine kekleniyordum, son anda uyandım.

Keşke uyanmasaydım.

Dolandırıcının korku ve hayal kırıklığı içinde yanımdan kaçmasına acıdım doğrusu. Garip rolünü iyi çalışmış. Ama senaryonun gerektirdiği dekorda değişiklik yapmamış. Bodoslama daldı garibim. Bir tek sözcük ile uyandım.

Arz edeyim…

Baharın başlarıydı. Manavgat’tan Antalya’ya dönüyorum. Gün boyu süren bir çalışmanın ardından zihin yorgunluğumun olmasını takdir edersiniz.

Aklımda bir türlü soru…

Birden 42 plakalı bir Doğan solumda belirdi.  Şoför mahallinde bir tip… Yüzünde bir gülümseme… Kornaya basıp duruyor.

Öyle bir enstantane ki, sanki ‘çakal’ ile kırk yıldır tanışıyoruz… Ama son sekiz on yıldır kopmuşuz.  Daha doğrusu o aramış, bana ulaşmaya çalışmış… Da, ben oralı olmamışım gibi.

Öyle salak- saftirik bir gülümseme.

De ki Genel Müdürlüğünü yaptığım bir otelde yıllarca aşçı yamağı olarak çalışmış. Bana olanca amatörlüğü ile yemekler yapmış… O derece sıcak.

Bir yandan da parmak sallıyor;

“ Seni vefasız seni…”

Tak önüme kırdı. 40 – 50 metre önde durdu. Hemen indi. Koşarak yanıma geldi. Daha ne olduğunu bile anlamadan elime yapıştı. Salak – saftirik bir tavır ile öptü, başına koydu.

“ Müdürüm nasılsın?”

Tam isabet! Bingo!

Bu ‘çakal’ biraz kafayı çalıştırdı ve bana nasıl hitap edeceğini çözdü. Doğru ya, Antalya’da müdürden çok ne var? Her taraf otel… Her taraf müdür…

 “  Teşekkür ederim… xxxxx Otellerinde devam işte…”

Tongaya basmak budur işte. Kaçırır mı kerata?

“ Müdürüm ben de sizin Kemer’deki otelinizdeydim..”

Daha hangisi diye sormadan hücuma geçti imansız..

“ Müdürüm gelinin balı topladı geçen gün…  Beş on kavanoz aldım, Annemlere götürüyorum. Gel bir iki kavanoz vereyim. Yengem şifa bulsun..”

Düşünmeme değil, nefes almama bile aman vermiyor kafir..

“ Gel gel Müdürüm… Şifa bu şifa..”

Üç kavanoz kucağımda… İnsan bir anda ambale oluyor. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırıyor.

 Çok usta bu imansız, çok…

“ Yahu birader üç kavanoz çok fazla bana… Nedir borcumuz?”

“ Ayıp oluyor Müdürüm… Ne parası?”

Bak bak bak… Şu istemem yan cebime koy numarasına bak kitapsızın. Ama yemi yuttum bir kere. Oltanın ucunda saf saf sallanıyorum..

“ Olmaz. Ödeyeceğim…”

Olmadık laflar, bin türlü yeminler…

“ Vallahi almam”..

Çattık belaya.

Yürüyüp gidiyor arabasına. Bir de edalı ve mahcup, sormayın.

Çalıştırıyor arabasını… Basıp gidecek.

Bir hamle zorla arabasının camından içeri atıyorum 60 lirayı…

Kızıyor… Ama basıp gidiyor.

Bir ara kulağıma bir küfür çalınıyor sanki..

“ Hıyar! Üç kavanoz bala 60 TL veriyor….”

Dedim ya…

Güzel hazırlanmış bir tezgaha bayılırım.  Olabildiğince geç uyanmayı tercih ederim. Bunda da öyle oldu. Eve kadar üç kavanoz balı kimlere hediye edebileceğimi düşünerek geldim.

Allahtan tatmaya kadar uzatmadan uyandım işe…

Uyduruk bir TV kanalında 5 kavanoz bal ve yanında bir petek 100 TL reklamını görünce..

Bitti mi?

Durun, asıl komedi bundan sonrasında…

Aradan altı, yedi ay geçti.

Birkaç gün önce…

Sahne yine Manavgat… Yine 42 plakalı bir araba. Yine direksiyonda bir şebek… Yine el kol işaretleri… Yine kornalar… Yine 40, 50 metre ötede küt diye duruş.

Yine olanca saflığım üstümde.  Uyanamadım.

Eh bir de suratımda ' gelin beni kekleyin' etiketi..

Fırladı geldi yanıma. El öpme manevrası… ‘ Çıkartamadım’ demeye hazırlanıyorum..

“ Dayım ben xxxxxxxx servisindeydim ya… Senin arabana hep ben bakardım”

Dürzü, mesleğim ile ilgili çalışamamış, ama dert değil. Arabamdaki servis çıkartmasını okur okumaz kurgulamış senaryoyu.

Az biraz işkillendim. Bir de penaltı yaptı. Son zamanlarda en gıcık olduğum hitap ile seslendi bana. Puan kaybetti. Abi, deseydi şansı artardı.

Derken…

“ Dayım benim, gelinin bal topladı…..”

Ahhhaaa! Şimşek çaktı beynimde. Utanmaza, sözünü bile tamamlatmadım.

“ Ulan senin balını da… Nalını da… “

Çakal topukladı….

 

21 Eylül 2017 Perşembe

Boşa harcanmış bir ömür mü? Dopdolu bir hayat mı?

Sevgili Dostlar,

Benim için çok heyecan verici bir haber. Kitabım baskı için hazırlanıyor. Bu yıl sona ermeden sevgili dostlarıma sunmuş olurum.  

Bu kadar zamandır yazdığım yazıların içinden en keyifli, en anlamlı olanları seçtim. Güncelledim. Bu yazı o kitabın ilk yazısı olacak.

Sizlere mahcup olmamayı içtenlikle diliyorum.

Boşa harcanmış bir ömür mü? Dopdolu bir hayat mı?

Ey okur…

Özellikle de benim yaşıma (60) henüz gelmemiş okur…

Sözüm sana…

Bu yaşlarda, ‘ İşte yaşlandık ‘ sendromunu tetikleyen iki soru var. Ben şimdiden uyarayım da, bizim yaşlara geldiğinde şaşırma…

Boşa harcanmış bir ömürde çaresizce kürek mi çektim?

Dopdolu bir hayatta, hiçbir pişmanlık duymadan keyifle mi yaşadım?

Altmış yaşına gelince bu iki soru zamanlı zamansız...

Yerli yersiz…

Gelip, tüm beyin hücrelerinin kapısını çalıyor insanın.

Anılar köşesine…
Muhakeme köşesine…
Duygular köşesine…
Mantık köşesine..
Gelip tıklıyor…

İlk soruya cevabı akıl veriyor. İkincisine yürek.

O yüzden sen her ikisine de iyi bak ey okur.

Yüreğinin de aklının da değerini bil.

Bu yaşlara, ‘ Ohoooo! Daha asırlar var benim o dönemlerime’ diye bakarsan geçmiş olsun.

Senin cevabın şimdiden belli gibi… Yapma!

Toparlan. Değiş… Farklı bak… Farklı hisset…

Bu sorulara benim cevabım mı?

Geç onu bir kalem!

Neden bu cevabı hemen vereyim ki? Bu, amiyane tabirle kendi ayağıma sıkmak olur.

İşin tadı kaçar. Kitabın büyüsü bozulur. Harcadığım bin bir emeğe yazık olur. Sen de bu cevabı almış olursun.

“ E şimdi mesaj bu olduğuna göre, ne gerek var yahu okumaya” dersin. Yazar ve okur olarak kuracağımız uzun soluklu ve renkli dostluğun önünü kapatmış oluruz.

Kitabın ilerleyen sayfalarında benim cevaplarımı bulacaksın.

Ama bir parça ipucunu da esirgememek gerekir. Anlatayım o halde;

Yaradan bana, İstanbul’u, Antalya’sı, Bolu’su ve Ankara’sı olan bir Ülkede doğma ve yaşama şansını bahşetti.

Aklım, ruhum, kişiliğim ve bedenim, bu kentlerin havasından, suyundan, toprağından ödünç aldığım değerlerle ve maddelerle büyüdü, şekillendi.

Tam da bu nedenle, duygular yelpazemin tam ortasında İNSAN SEVGİSİ vardır benim. Daha doğrusu yaşayan her canlıya karşı koşulsuz bir sevgi.

Yine tam da bu nedenle insana hizmet etmeyi bir ibadet gibi gördüm hep.

Bu güne kadar, gözlerim insanların yüzünde hep gülümseme aradı. Asık ya da üzgün suratlar gardımı düşürdü. Ruhumu üşüttü. Yüreğimi sızlattı.

Elbette, tam da bu nedenle, sağ elim hep ileri doğru ve açık kaldı. Vermek için. Otururken, yürürken, hatta uyurken bile.

Küçük Dünyamın senaryosunda hep “Robin Hood” rolünü verdim kendime. Ama ben almak için gönüllü olanları seçtim ve onlardan aldıklarımı verdim.

Verdiklerim karşılığında sevgi ya da saygı bile beklemedim…

Ki bir beklenti ile verdiğim düşünülmesin diye…

Ve yine tam da bu nedenle bu mesleği seçtim.

Din, dil, ırk, inanç, cinsiyet ve cinsel tercih farkı gözetmeksizin herkese hizmet edebileceğim bir meslek istedim.

Turizmci oldum.

Yaradan’ın, diğer ülkelere göre açıkça torpil yaptığı böyle bir ülkede olunabilecek en iyi şeyi oldum yani. Bu havayı, bu suyu, bu güneşi, bu tarihi, bu doğayı yeryüzünün bütün güzel ve iyi insanları ile paylaşabileceğim bir mesleği seçtim.

Hem de aşk ile…

Dur durak bilmeden çalıştım. Ayakta kaldım. Uyumadığım geceler oldu.

Her müşteri deneyiminin sonunda, insanların ellerine, cüzdanlarına değil, gözlerine baktım. O gözlerde gördüğüm her mutluluk işaretine karşılık, vicdani bilançomda kar hanesine bir çentik attım.

Bu gün kendimden razıyım.

Oteller, sektördeki ilk zamanlarında emek verdiğim, eğittiğim, omuz omuza çalışmış olduğum yöneticilerle dolu. Onların teşekkürlerine ve içten selamlarına paha biçilemez.

Meslek hayatım boyunca güzel, keyifli, gülünesi anılar biriktirmeye gayret ettim.

Acı ve hüzün dolu olanlarını hemen unutmaya çalıştım.

Elinizdeki kitapta acı ve hüzün değil, keyif, mutluluk, kahkaha bulacaksınız.

Umarım kitabı bitirdiğinizde aklınızda ve yüreğinizde yaşama daha da sıkı ve keyifle sarılmak için birçok neden daha oluşmuş olacak.


Teşekkürler.