Bu yazımı da eskilerden seçtim. Yazanlar bilir, yazıp
çizdikleri insanın çocuğu gibidir. Bana da öyle geliyor. Bundan yıllarca önce yazdığım yazılara şöyle
bir bakıyorum, “ vah vah bakımsız kalmış” diyerek sağına soluna birkaç rötuş
yapıp okurun beğenisine sunuyorum.
Yıllar önceki bir gezi sonrası yazdığım bu Ege derlemesi
de öyle…
İzmir bir başka güzeldir. Farklıdır.
Sanki, Tarih ve coğrafya evlenmiş ve aşklarının en güzel
meyvesini, İzmir’i bu güzelim ülkeye hediye etmiş.
Bu, bin bir cilveli hatunu geçin, Ankara’ya doğru yola
çıkın. Bir saat kadar yolculuk yaptıktan sonra bir açık hava müzesine
varırsınız. Daha doğrusu, İzmir dahil
her nokta bu açık hava müzesinin bir odası gibidir.
O yol boyu hem doğanın sanatkar ellerinden çıkan baş
yapıtları, hem de tarihin taşa, mermere bürünmüş hatıra defterini görürsünüz.
Zamanın sahnesinde dans etmek gibidir bu yolda yolculuk.
Bu günden koparsınız. Ruhunuz başlangıcı ve bitişi olmayan
bir varoluş macerasına teslim olur. Siz sizden geçersiniz.
Yaşam dediğimiz şeyin, var oluşun başından, sonsuz
geleceğe, bir emaneti ete kemiğe büründürmek olduğunu duyumsarsınız.
Geçmiş ile birlikte, geleceği de içinde barındıran,
başlangıçsız ve sonsuz bir varlık olduğunuza inanmak istersiniz.
Anadolu
Piramitlerini gezen, gören var mı?
Salihli'ye gelmeden hemen önce gözünüzü sola çevirin.
Tümülüsleri, ya da daha hakkaniyetli bir isimlendirme ile Anadolu Piramitlerini
göreceksiniz.
Değişik yüksekliklerde, 119 tane Kral ve asil mezarıdır
bunlar. Yöre halkı bölgeye Bintepeler adını vermiştir.
Ölenin ardından söylediğimiz, " toprağı bol
olsun" ifadesinin, bir insan ağzından ilk kez burada seslendirilmiş olması
mümkün.
Anlatacağım.
Piramitlerin hizasını biraz geçtiğinizde, sağda, sizi
Lidya Krallığının başkenti Sardes karşılar. Daha doğrusu, talanlardan,
barbarlıklardan geriye kalan miras...
Sardesliler bu mezarları düzenli aralıklarla ziyaret
ederdi. Özellikle Şahin Krallar Giges, Ardys, Sadyattes, Alyattes'in mezarları
yoğun bir ilgi odağı idi.
Şahin Krallar'ın sonuncusu Krezüs'ün mezarının yeri
meçhuldür. Karun kadar zengin benzetmesinin öznesidir. Pers Kralı Kiros'a
yenilmiş, esir düşmüştür. Krezüs, başka ve uzun bir yazının konusudur.
Şu ‘Toprağı Bol
Olsun’ lafı nereden geliyor?
Lidyalılar ölülerine çok bağlı ve çok vefalı bir kavimdi.
O devirde vahşi hayvanların, ölülerini mezardan çıkarıp parçalamasına üzülen
Lidyalılar çözüm aradılar. Nihayet, mezarın üzerine ne kadar çok toprak
dökülürse vahşi hayvanlara karşı o kadar korunacağını düşündüler. Elbette haklı
çıktılar. O uygulamadan sonra Lidyalıların ölüleri ‘huzura’ kavuştu.
Uzun yıllar boyunca süren bu uygulama zamanla bir ritüele
dönüştü. Lidyalılar her yıl belli dönemlerde binlerce araba ile gelip
sevdiklerinin mezarlarına toprak döktüler.
Herodot'a göre en çok sevilen ve saygı duyulan Kral
Alyattes idi. Onun mezarı diğerlerine göre adeta bir gökdelen gibi durur.
Yüksekliği 68 metredir.
İnsan Alyattes'in anıt mezarı yanında gecekondu gibi kalan
alçak mezarları görünce, o mezarların sahiplerinin pek sevilmediğini düşünmeden
edemiyor.
Alyattes, Sardes'te özgür, eşit bir sosyal hayata yol
vermiş, en çok da Kentteki cinsel emekçilerin onurlarına, güvenliklerine dikkat
etmiştir. Söylencelere göre, mezarın yapımında en çok maddi katkı da onlardan
gelmiştir.
Bu nedenle ‘Toprağı bol olsun’ dileğinin Lidyalılardan
miras olması güçlü bir olasılıktır.
Tuttuğun altın olsun
Kral Midas
Araya bir efsane daha sıkıştıralım. Midas. Bir Anadolu
değeri... Atamız. Hemşerimiz. Kimse masal okumasın. Birkaç bin yıla kadar
soyağacımızı inceleme şansımız olsa, belki bir kaçımızın büyük büyük dedesi
olarak karşımıza çıkabilecek öz be öz Anadolu'lu Kral.
Dionysos'tan, her tuttuğunun altın olması dileğinde
bulunur. İlk başlarda çok mutludur. Ama, yemek için eline aldığı ekmek de,
akşam saçlarını okşamak için dokunduğu kızı da altına dönüşür. Açlıktan
ölecektir. Pişman olur.
Tanrı'dan dileğini geri almasını ister. O da, Midas'a
Tmolos'tan ( Bozdağlar ) çıkan Paktalos'ta ( Sard Çayı ) yıkanmasını söyler.
Tanrı'nın dediğini yapar. Midas dileğinden kurtulur, Paktalos'un kumları altına
dönüşür.
Lidyalılar, Paktalos'tan altını toplar, o döneme göre
muhteşem bir mekanizma ile inşa ettikleri tezgahlarda işler ve zenginleşirler.
Yapılan araştırmalarda Bozdağlar'da altın işleme tesislerinin kalıntılarına
halen rastlanır.
Parayı Lidyalılar
buldu- Peki nasıl ve neden?
Zenginleşen Lidyalılar yaşamın zevklerini tatmaya yönelir.
Ordularını Makedonyalılar, Atinalılar, Giritlilerden ücretli askerler ile
kurarlar. Ödemeler altın ve değişik madenlerden ziynet eşyaları, tahıl gibi
emtia ile yapılmaktadır
Bir zaman sonra askerler arasında kavgalar çıkar. Yapılan
ödemelerde hakkaniyet olmadığı, verilen emtia arasında değer ve geçerlilik
açısından farklar olduğu söylenmekte, sık sık isyan çıkmaktadır. (kur farkı mı
desek?)
Çözümü MÖ 630'da, şahin Kral Giges bulur. Her askere eşit
ödeme yapılması ihtiyacından yola çıkarak tek tip bir sikke bastırır. 73%
gümüş, 27% altından meydana gelen bu sikkeye elektrum adı verilir. İlk para
budur ve zamanla uluslar arası değişim aracı olarak tarihte yerini alır.
Paranın patronları IMF ve Dünya Bankası, Ekim ayı başında,
İstanbul'da buluştu. Bütün konuklar olmasa bile, en azından IMF ve Dünya
Bankası'nın üst yönetimlerinin, paranın anayurdu Sardes'i ziyaret etmeleri bu
bölgeyi Dünyanın gündemine getirir, müthiş bir tanıtım fırsatı yakalanmış
olurdu. Olmadı.
Özetle, tarihte ilk para elektrumdur. MÖ 630'da
basılmıştır. Bunu başaran da şahin Kral Giges'tir.
Finansçılar bir ahde vefa olarak kendisini ziyaret etmek
isterler ise, İzmir-Uşak karayolunda, Salihli'ye gelmeden birkaç kilometre
önce, Gölmarmara sapağından anıt mezarına ulaşabilirler.
İsveç’li Sufi Şair
Gunnar Ekolof- ‘Küllerimi Sard Çayı’na atın’
Paktalos, yani Sard Çayı'ndan, Sard deyince, uzaklardan
bir Sardes tutkununa birkaç satır ayırmamak insanlığın ortak kültürüne
saygısızlık olur.
Gunnar Ekoloff İsveç'in önemli bir sürrealist şairidir.
(1907-1968). Sonraları romantizme kaymıştır. Çalışmaları bir bütün olarak
analiz edildiğinde Sufi olduğu da kabul edilir.
Uzun bir Doğu yolculuğundan sonra Sard'a gelir. Ulaştığım
bilgiler beni yanıltmıyorsa, Kral Emgion Divanı şiirlerine burada başladı,
İstanbul'da tamamladı. .
Her kent ve kasabada birkaç gün geçiren Ekoloff, Sard'a
vurulur, bir yıl kalır. Ülkesine döndüğünde ilk işi vasiyetini yazmaktır.
Öldüğünde yakılmasını ve küllerinin Sard Çayı'na savrulmasını ister.
Eşi bu dileği yerine getirir. Ekoloff'un külleri Midas'ın
bedeninden Paktalos'a akmış altınlar ile buluşur. Yorumlara göre Ekoloff, Lidya
Krallığında önemli bir figür olan Ana Tanrıça Kybele kültürünü keşfetmiş,
tatmış ve Kral Emgion Divanı'ndaki şiirlerinde sık sık Kybele anatomisini
atıfta bulunmuştur.
Kurşunlu Kaplıcaları girişinde sizi karşılayan Lidya
Sardes Termal Otel ve Spa, bu jesti ölümsüzleştirir, tarihe not düşer. Otelin
en güzel manzaralı teras restoranının adı Gunnar Ekoloff olarak belirlenir.
Tarihte ve coğrafyada yolculuk yorabilir. Tarihin en
bakımlı ve sağlıklı kavimlerinden Lidyalılar bunun çaresini binlerce yıl
önceden bulmuş. Kurşunlu Kaplıcaları. Yani, çağdaş ifade ile termal sular.
Lidyalılar termali
çok iyi değerlendirdi
Aklın yolu bir, bu sulardan aldıkları sağlık ve zindelik
ile muhteşem bir uygarlık yaratmış olan Lidyalılar yanılmış olamaz.
Sıcak bir Temmuz öğle vaktinde, ovada, termometre 34
dereceyi bir cehennem habercisi gibi gözünüze sokarken, Bozdağlar'ın
zirvesinde, 22-23 derecelik bir soğukta donabileceğinizi baştan haber
vermeliyim.
Zirvede yöre halkının belli belirsiz bir inanç ile
yaklaştığı kırk oluk çeşmesine bir varalım, Bozdağlar ve saklı hazinelerini bir
başka seyahat yazısına bırakalım.
Yan yana kırk tane çeşme var. Gürül gürül ve buz olmaya az
kalmış soğuklukta bir su akıyor.
Rehberimiz Sevgili Mustafa Uçar, özelikle misafirimiz
Catherine'e bakarak "bu kırk çeşmenin hepsinden birer yudum su içer ve bir
dilekte bulunursanız, yerine gelir" diye bir kılçık atıyor.
Catherine deniyor, ama mümkün değil. Dudaklarınız akan
suya değer değmez uyuşuyor. Bu deneyimi yaşamak istiyor.
Çözüm yine Mustafa Uçar'dan. Bir pet şişeye bütün
çeşmelerden azar azar doldurup sonra içmek yeterli. Ama, muhteşem doğa,
binlerce yıllık geçmişimiz ve pet şişe, tezat dedikleri bu değilse, ne?
İlk 7 Hristiyan
Kilisesi- Neden kullanamıyoruz?
Sardes, Hristiyanlığın ilk yedi kilisesinin inşa edildiği
kutsal kentlerden bir tanesi. İşin ilginç tarafı, Kilise ile Sinagog bir arada.
Diğer 6 kent, Smyrna, Pergamum, Laodikea, Philadelphia, Thyatr, Ephesus. Hangi
kentlerimizdir, onu da bir zahmet okur araştırsın, öğrensin.

Sardes'te kilisenin kalıntıları var. Azametli Artemis
tapınağının bir köşesinde... Sinagog ise 2-3 kilometre daha önce,
ünlü Gymnasium'un bir parçası gibi.
Sefarad
Yahudilerinin kökü Ege mi?
Zaman zaman Musevi yurttaşlarımız dua ve ayin için ziyaret
ediyor. Yaklaşık olarak 1800 yıllık bir mazisi olduğu tahmin ediliyor.
Milat öncesi yıllar ve Museviler. Ülkemize ilk
Musevilerin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, İspanya'daki kıyım ve zulümden
kaçarak gelenler olduğu savı ile çelişiyor elbette. Ama, doğru bilgi, milat
öncesinde, Ege'de Musevilerin yaşadığıdır.
Asya seferi dönüşünde, Büyük İskender Babil'de çok zor
koşullarda yaşayan 10.000 Musevi'yi Sardes'e getirir, yerleştirir. On yıl süre
ile vergiden muaf kılar.
Bu göç MÖ 320'lere tarihlendirilir. Sardes'te büyüyen,
gelişen ve Kentin imarına, el sanatlarının gelişmesine katkıda bulunan
Museviler zamanla Philadelphia, Thyatr gibi Kentlere de yayılır.
Museviler iki gruptur. Eskinaziler ve Sefaradlar. Sefaradların
kökeni Sardes'tir. Onlar öz be öz hemşerimizdirler. Zira, antik Lidya'da
Sardes'in asıl adı Sfarda'dır.
Burada yaşayan ve göç eden Museviler de Sfardalılar
(Sefaradlar) olarak tanımlanır.
Anadolu'daki öncüllerimiz Lidyalıların kalbine kadar gelip,
Sardes'teki görkemli Gymnasium'dan, süren kazılarda fışkıran akıl almaz
zenginliklerden, Gymnasium'u gezerken derin çukurlarda üst üste yığılmış,
sırası ile Lidya, Roma, Bizans uygarlık kalıntılarına bir göz atmadan, söz
söylemeden olmaz.
Caz dediğiniz
binlerce yıl öncenin Lydian Mode’u olmasın?
Kadın ve erkekte, ilk süslenmenin, Lidya'da ustaca bir
sanata dönüştüğü bilinir. Yüzden fazla endemik bitki tarımı geliştirmiş
olduklarını, civayı değerlendirerek ve başka madenler ile işleyerek ilk far,
ruj ve allığı bulduklarını, burada tarihe bir not olarak düşmek, yazarın ahde
vefası gereğidir.
Kazılarda çıkan enstrümanları ve taşlara basılı notaları
inceleyen Klasik Müzik uzmanları yaptıkları benzetimler ve denemeler
sonrasında, çok küçük bir yanılma payı ile müziğin zirvesi Lydian Mode'a
ulaştılar.
Atalarının müziğini merak edenler, internette 'Lydian
Mode' u araştırabilirler. Hatta Lidya müziği dinleyebilirler.
Batı Yakası Hikayesi' nin sonundaki, Leonard Bernstein ve
Stephen Sondheim tarafından bestelenmiş olan Maria şarkısı bu müziğe bir
örnektir.
Artemis Tapınağı-
Sanatın mermer ile sınavı
Artemis Tapınağı'na değinmeden yazıyı bitirmek olmaz. Bu,
Tapınağın sütunlarını oyan, taşıyan, ayağa kaldıran emekçilere bir borçtur.
Yaklaşık bir metre boyunda ve beş kişinin zor
kucaklayabileceği devasa blokların ortalarının nasıl düzgünce delindiğini,
kumun kaydırma özelliği ile nasıl bir doğal vinç gibi değerlendirildiğini ve
yukarı taşındığını, blokların kaymaması için yerine yerleştirildiği anda deliklere
erimiş kurşun döküldüğünü buraya kaydetmem gerekir. Bu akla ve tekniğe saygı ve
ahde vefa adına elbette.
Bu tarih ister görmezden gelin, ister reddedin, orada,
dimdik, gururla dikiliyor. Bin yılları, zamanın öğütücü değirmenleri gibi
değil, tanığı olarak arkasına almış, estetiğin zirvesi olarak, gözlerimize
hayranlık, yüreğimize gurur salıyor.
O coğrafya ve o tarih direniyor. Onur, insanlık tarihinde
hiç olmadığı kadar içselleşmiş, ete kemiğe bürünmüş, mermerleşmiş, Anadolulu
Atalarımızın binlerce yıllık nöbetine tanıklık ediyor.
Strabon Kula’ya
neden ‘Katakekaumene’ dedi?
* Katakekaumene - Amasra'lı tarihçi Strabon'un Kula'ya
verdiği isim. Yanık Ülke anlamına gelir. Kula, Dünya tarihinin en genç jeolojik
hareketliliklerine ev sahipliği yapmış bir coğrafya hazinesidir.
1 milyon, 500 bin ve son olarak 11.500 yıl önce yaşanan
volkanik patlamalar sonrasında, bugün Kula çevresi taşlaşmış lavlar ile
gerçekten de bir Yanık Ülke manzarası çizer. Etraf simsiyahtır. ( Utanç verici
bir not; yazar, Kula girişinde rastladığı manzara karşısında öfkelenmiş, bu
siyah malzemenin çevredeki fabrikalar tarafından doğaya boşaltılmış kömür
artıkları olduğunu sanmıştı. Cehalet işte.)
Bu taşlaşmış lavların altından çıkan 26.000 yıllık insan
ayak izlerine ve Kula'ya başka bir yazıda uzun uzun değineceğiz.
Özel teşekkür;
Bu bilgilerin büyük bir bölümünü çeşitli ziyaretler
vesilesi ile benimle paylaşan sevgili dostum Tarihçi Yazar Mustafa Uçar'a
şükranlarımla.
Özel not;
Başarılı Fransız Spa Uzmanı Catherine Cochaud, bu coğrafyayı
gördükten sonra şoka girdi. Bu zenginliklerin insanlığın ortak mirası olduğunu
vurguladı. Özellikle Piramitlerin kendi kaderlerine terk edilmiş olmasını
hayretle karşıladı.
Yörenin termal zenginliğinin değerlendirilememesini de...
3 yorum:
Değerli Dostum Öncelikle Mutlu yıllar. Yöreyi ilk kez sizin çağrınız nedeniyle tanımıştık. Sağolun. Ben de geçenlerde ATILIM Üni de Frigya ile ilgili olarak bir tebliğ sundum ve "iki krallık da bu günümüzde söylenceler sayesinde yaşıyor fikrini" savundum. Yenilik arayanlar için ne güzel fırsatlar var. Selam ve sevgiler
http://www.turizmhaberleri.com/haberayrinti.asp?ID=28628
Değerli dostum. Yazının linkini de gönderiyorum. görüşleriniz benim için değerlidir. Sevgiler
Emeğine sağlık. Çok iyi derlenmiş, akıcı bir Türkçe'yle sunulmuş okuma zevki veren güzel bir gezi yazısı.
Yorum Gönder