Bu yazımı da eskilerden
seçtim. ( 2009 )
Yıllar önceki bir gezi
sonrası yazdığım bu Ege derlemesi..
İzmir bir başka güzeldir.
Farklıdır. Tarih ve coğrafya evlenmiş ve aşklarının en güzel meyvesini, İzmir’i
bu güzelim ülkeye hediye etmiş..
Bu, bin bir cilveli hatunu
geçin, Ankara’ya doğru yola çıkın. Bir saat kadar yolculuk yaptıktan sonra bir
açık hava müzesine varırsınız. Daha
doğrusu, İzmir dahil her nokta bu açık hava müzesinin bir odası gibidir.
O yol boyu hem doğanın
sanatkar ellerinden çıkan baş yapıtları, hem de tarihin taşa, mermere bürünmüş
hatıra defterini görürsünüz.
Zamanın
sahnesinde dans etmek gibidir bu yolda yolculuk.
Bu günden koparsınız.
Ruhunuz başlangıcı ve bitişi olmayan bir varoluş macerasına teslim olur. Siz
sizden geçersiniz.
Yaşam dediğimiz şeyin, var
oluşun başından, sonsuz geleceğe, bir emaneti ete kemiğe büründürmek olduğunu
duyumsarsınız.
Geçmiş ile birlikte,
geleceği de içinde barındıran, başlangıçsız ve sonsuz bir varlık olduğunuza
inanmak istersiniz.
Anadolu
Piramitlerini gezen, gören var mı?
Salihli'ye gelmeden hemen
önce gözünüzü sola çevirin. Tümülüsleri, ya da daha hakkaniyetli bir
isimlendirme ile Anadolu Piramitlerini göreceksiniz.
Değişik yüksekliklerde, 119
tane Kral ve asil mezarıdır bunlar. Yöre halkı bölgeye Bintepeler adını
vermiştir.
Ölenin ardından
söylediğimiz, " toprağı bol olsun" ifadesinin, bir insan ağzından ilk
kez burada seslendirilmiş olması mümkün.
Anlatacağım.
Piramitlerin hizasını biraz
geçtiğinizde, sağda, sizi Lidya Krallığının başkenti Sardes karşılar. Daha
doğrusu, talanlardan, barbarlıklardan geriye kalan miras...
Sardesliler bu mezarları
düzenli aralıklarla ziyaret ederdi. Özellikle Şahin Krallar Giges, Ardys,
Sadyattes, Alyattes'in mezarları yoğun bir ilgi odağı idi.
Şahin Krallar'ın sonuncusu
Krezüs'ün mezarının yeri meçhuldür. Karun kadar zengin benzetmesinin öznesidir.
Pers Kralı Kiros'a yenilmiş, esir düşmüştür. Krezüs, başka ve uzun bir yazının
konusudur.
Şu
‘Toprağı Bol Olsun’ lafı nereden geliyor?
Lidyalılar ölülerine çok
bağlı ve çok vefalı bir kavimdi. O devirde vahşi hayvanların, ölülerini
mezardan çıkarıp parçalamasına üzülen Lidyalılar çözüm aradılar. Nihayet,
mezarın üzerine ne kadar çok toprak dökülürse vahşi hayvanlara karşı o kadar
korunacağını düşündüler. Elbette haklı çıktılar. O uygulamadan sonra
Lidyalıların ölüleri ‘huzura’ kavuştu.
Uzun yıllar boyunca süren bu
uygulama zamanla bir ritüele dönüştü. Lidyalılar her yıl belli dönemlerde
binlerce araba ile gelip sevdiklerinin mezarlarına toprak döktüler.
Herodot'a göre en çok
sevilen ve saygı duyulan Kral Alyattes idi. Onun mezarı diğerlerine göre adeta
bir gökdelen gibi durur. Yüksekliği 68 metredir.
İnsan Alyattes'in anıt
mezarı yanında gecekondu gibi kalan alçak mezarları görünce, o mezarların
sahiplerinin pek sevilmediğini düşünmeden edemiyor.
Alyattes, Sardes'te özgür,
eşit bir sosyal hayata yol vermiş, en çok da Kentteki cinsel emekçilerin
onurlarına, güvenliklerine dikkat etmiştir. Söylencelere göre, mezarın
yapımında en çok maddi katkı da onlardan gelmiştir.
Bu nedenle ‘Toprağı bol
olsun’ dileğinin Lidyalılardan miras olması güçlü bir olasılıktır.
Tuttuğun
altın olsun Kral Midas
Araya bir efsane daha
sıkıştıralım. Midas. Bir Anadolu değeri... Atamız. Hemşerimiz. Kimse masal
okumasın. Birkaç bin yıla kadar soyağacımızı inceleme şansımız olsa, belki bir
kaçımızın büyük büyük dedesi olarak karşımıza çıkabilecek öz be öz Anadolu'lu
Kral.
Dionysos'tan, her tuttuğunun
altın olması dileğinde bulunur. İlk başlarda çok mutludur. Ama, yemek için
eline aldığı ekmek de, akşam saçlarını okşamak için dokunduğu kızı da altına
dönüşür. Açlıktan ölecektir. Pişman olur.
Tanrı'dan dileğini geri
almasını ister. O da, Midas'a Tmolos'tan ( Bozdağlar ) çıkan Paktalos'ta ( Sard
Çayı ) yıkanmasını söyler. Tanrı'nın dediğini yapar. Midas dileğinden kurtulur,
Paktalos'un kumları altına dönüşür.
Lidyalılar, Paktalos'tan
altını toplar, o döneme göre muhteşem bir mekanizma ile inşa ettikleri
tezgahlarda işler ve zenginleşirler. Yapılan araştırmalarda Bozdağlar'da altın
işleme tesislerinin kalıntılarına halen rastlanır.
Parayı
Lidyalılar buldu- Peki nasıl ve neden?
Zenginleşen Lidyalılar
yaşamın zevklerini tatmaya yönelir. Ordularını Makedonyalılar, Atinalılar,
Giritlilerden ücretli askerler ile kurarlar. Ödemeler altın ve değişik
madenlerden ziynet eşyaları, tahıl gibi emtia ile yapılmaktadır.
Bir zaman sonra askerler
arasında kavgalar çıkar. Yapılan ödemelerde hakkaniyet olmadığı, verilen emtia
arasında değer ve geçerlilik açısından farklar olduğu söylenmekte, sık sık
isyan çıkmaktadır. (kur farkı mı desek?)
Çözümü
MÖ 630'da, şahin Kral Giges bulur.
Her askere eşit ödeme
yapılması ihtiyacından yola çıkarak tek tip bir sikke bastırır. 73% gümüş, 27%
altından meydana gelen bu sikkeye elektrum adı verilir. İlk para budur ve
zamanla uluslar arası değişim aracı olarak tarihte yerini alır.
Paranın patronları IMF ve
Dünya Bankası, Ekim ayı başında, İstanbul'da buluştu. Bütün konuklar olmasa
bile, en azından IMF ve Dünya Bankası'nın üst yönetimlerinin, paranın anayurdu
Sardes'i ziyaret etmeleri bu bölgeyi Dünyanın gündemine getirir, müthiş bir
tanıtım fırsatı yakalanmış olurdu. Olmadı.
Özetle, tarihte ilk para
elektrumdur. MÖ 630'da basılmıştır. Bunu başaran da şahin Kral Giges'tir.
Finansçılar bir ahde vefa
olarak kendisini ziyaret etmek isterler ise, İzmir-Uşak karayolunda, Salihli'ye
gelmeden birkaç kilometre önce, Gölmarmara sapağından anıt mezarına
ulaşabilirler.
İsveç’li
Sufi Şair Gunnar Ekolof- ‘Küllerimi Sard Çayı’na atın’
Paktalos, yani Sard
Çayı'ndan, Sard deyince, uzaklardan bir Sardes tutkununa birkaç satır ayırmamak
insanlığın ortak kültürüne saygısızlık olur.
Gunnar Ekoloff İsveç'in
önemli bir sürrealist şairidir. (1907-1968). Sonraları romantizme kaymıştır.
Çalışmaları bir bütün olarak analiz edildiğinde Sufi olduğu da kabul edilir.
Uzun bir Doğu yolculuğundan
sonra Sard'a gelir. Ulaştığım bilgiler beni yanıltmıyorsa, Kral Emgion Divanı
şiirlerine burada başladı, İstanbul'da tamamladı. .
Her kent ve kasabada birkaç
gün geçiren Ekoloff, Sard'a vurulur, bir yıl kalır. Ülkesine döndüğünde ilk işi
vasiyetini yazmaktır. Öldüğünde yakılmasını ve küllerinin Sard Çayı'na
savrulmasını ister.
Eşi bu dileği yerine
getirir. Ekoloff'un külleri Midas'ın bedeninden Paktalos'a akmış altınlar ile
buluşur. Yorumlara göre Ekoloff, Lidya Krallığında önemli bir figür olan Ana
Tanrıça Kybele kültürünü keşfetmiş, tatmış ve Kral Emgion Divanı'ndaki
şiirlerinde sık sık Kybele anatomisini atıfta bulunmuştur.
Kurşunlu Kaplıcaları
girişinde sizi karşılayan Lidya Sardes Termal Otel ve Spa, bu jesti
ölümsüzleştirir, tarihe not düşer. Otelin en güzel manzaralı teras restoranının
adı Gunnar Ekoloff olarak belirlenir.
Tarihte ve coğrafyada
yolculuk yorabilir. Tarihin en bakımlı ve sağlıklı kavimlerinden Lidyalılar
bunun çaresini binlerce yıl önceden bulmuş. Kurşunlu Kaplıcaları. Yani, çağdaş
ifade ile termal sular.
Lidyalılar
termali çok iyi değerlendirdi
Aklın yolu bir, bu sulardan
aldıkları sağlık ve zindelik ile muhteşem bir uygarlık yaratmış olan Lidyalılar
yanılmış olamaz.
Sıcak bir Temmuz öğle
vaktinde, ovada, termometre 34 dereceyi bir cehennem habercisi gibi gözünüze
sokarken, Bozdağlar'ın zirvesinde, 22-23 derecelik bir soğukta donabileceğinizi
baştan haber vermeliyim.
Zirvede yöre halkının belli
belirsiz bir inanç ile yaklaştığı kırk oluk çeşmesine bir varalım, Bozdağlar ve
saklı hazinelerini bir başka seyahat yazısına bırakalım.
Yan yana kırk tane çeşme
var.
Gürül gürül ve buz olmaya az
kalmış soğuklukta bir su akıyor.
Rehberimiz Sevgili Mustafa
Uçar, özelikle misafirimiz Catherine'e bakarak "bu kırk çeşmenin hepsinden
birer yudum su içer ve bir dilekte bulunursanız, yerine gelir" diye bir
kılçık atıyor.
Catherine deniyor, ama
mümkün değil. Dudaklarınız akan suya değer değmez uyuşuyor. Bu deneyimi yaşamak
istiyor.
Çözüm yine Mustafa Uçar'dan.
Bir pet şişeye bütün çeşmelerden azar azar doldurup sonra içmek yeterli. Ama,
muhteşem doğa, binlerce yıllık geçmişimiz ve pet şişe, tezat dedikleri bu
değilse, ne?
İlk
7 Hristiyan Kilisesi- Neden kullanamıyoruz?
Sardes, Hristiyanlığın ilk
yedi kilisesinin inşa edildiği kutsal kentlerden bir tanesi. İşin ilginç
tarafı, Kilise ile Sinagog bir arada. Diğer 6 kent, Smyrna, Pergamum, Laodikea,
Philadelphia, Thyatr,
Ephesus. Hangi kentlerimizdir, onu da bir zahmet okur araştırsın, öğrensin.
Philadelphia'nın antik
Yunanca'da Kardeşçe Sevgi anlamına geldiğini, buradan, önce İspanya'ya, oradan
da Amerika'ya göç eden Musevilerin bugünkü New Philadelphia'nın kurucusu
olduğunu bir ara not olarak ekleyelim.
Sardes'te kilisenin
kalıntıları var. Azametli Artemis tapınağının bir köşesinde... Sinagog ise 2-3
kilometre daha önce, ünlü Gymnasium'un bir parçası gibi.
Sefarad Yahudilerinin kökü
Ege mi?
Zaman zaman Musevi
yurttaşlarımız dua ve ayin için ziyaret ediyor. Yaklaşık olarak 1800 yıllık bir
mazisi olduğu tahmin ediliyor.
Milat öncesi yıllar ve
Museviler. Ülkemize ilk Musevilerin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında,
İspanya'daki kıyım ve zulümden kaçarak gelenler olduğu savı ile çelişiyor
elbette. Ama, doğru bilgi, milat öncesinde, Ege'de Musevilerin yaşadığıdır.
Asya seferi dönüşünde, Büyük
İskender Babil'de çok zor koşullarda yaşayan 10.000 Musevi'yi Sardes'e getirir,
yerleştirir. On yıl süre ile vergiden muaf kılar.
Bu göç MÖ 320'lere
tarihlendirilir. Sardes'te büyüyen, gelişen ve Kentin imarına, el sanatlarının
gelişmesine katkıda bulunan Museviler zamanla Philadelphia, Thyatr gibi
Kentlere de yayılır.
Museviler iki gruptur.
Eskinaziler ve Sefaradlar. Sefaradların kökeni Sardes'tir. Onlar öz be öz
hemşerimizdirler. Zira, antik Lidya'da Sardes'in asıl adı Sfarda'dır.
Burada yaşayan ve göç eden
Museviler de Sfardalılar (Sefaradlar) olarak tanımlanır.
Anadolu'daki öncüllerimiz
Lidyalıların kalbine kadar gelip, Sardes'teki görkemli Gymnasium'dan, süren
kazılarda fışkıran akıl almaz zenginliklerden, Gymnasium'u gezerken derin
çukurlarda üst üste yığılmış, sırası ile Lidya, Roma, Bizans uygarlık
kalıntılarına bir göz atmadan, söz söylemeden olmaz.
Caz
dediğiniz binlerce yıl öncenin Lydian Mode’u olmasın?
Kadın ve erkekte, ilk
süslenmenin, Lidya'da ustaca bir sanata dönüştüğü bilinir. Yüzden fazla endemik
bitki tarımı geliştirmiş olduklarını, civayı değerlendirerek ve başka madenler
ile işleyerek ilk far, ruj ve allığı bulduklarını, burada tarihe bir not olarak
düşmek, yazarın ahde vefası gereğidir.
Kazılarda çıkan
enstrümanları ve taşlara basılı notaları inceleyen Klasik Müzik uzmanları
yaptıkları benzetimler ve denemeler sonrasında, çok küçük bir yanılma payı ile
müziğin zirvesi Lydian Mode'a ulaştılar.
Atalarının müziğini merak
edenler, internette 'Lydian Mode' u araştırabilirler. Hatta Lidya müziği
dinleyebilirler.
Batı Yakası Hikayesi' nin
sonundaki, Leonard Bernstein ve Stephen Sondheim tarafından bestelenmiş olan
Maria şarkısı bu müziğe bir örnektir.
Artemis
Tapınağı- Sanatın mermer ile sınavı
Artemis Tapınağı'na
değinmeden yazıyı bitirmek olmaz. Bu, Tapınağın sütunlarını oyan, taşıyan,
ayağa kaldıran emekçilere bir borçtur.
Yaklaşık bir metre boyunda
ve beş kişinin zor kucaklayabileceği devasa blokların ortalarının nasıl
düzgünce delindiğini, kumun kaydırma özelliği ile nasıl bir doğal vinç gibi
değerlendirildiğini ve
yukarı taşındığını, blokların kaymaması için yerine yerleştirildiği anda
deliklere erimiş kurşun döküldüğünü buraya kaydetmem gerekir. Bu akla ve
tekniğe saygı ve ahde vefa adına elbette.
Bu tarih ister görmezden
gelin, ister reddedin, orada, dimdik, gururla dikiliyor. Bin yılları, zamanın
öğütücü değirmenleri gibi değil, tanığı olarak arkasına almış, estetiğin
zirvesi olarak, gözlerimize hayranlık, yüreğimize gurur salıyor.
O coğrafya ve o tarih
direniyor. Onur, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar içselleşmiş, ete kemiğe
bürünmüş, mermerleşmiş, Anadolulu Atalarımızın binlerce yıllık nöbetine
tanıklık ediyor.
Strabon
Kula’ya neden ‘Katakekaumene’ dedi?
* Katakekaumene - Amasra'lı
tarihçi Strabon'un Kula'ya verdiği isim. Yanık Ülke anlamına gelir. Kula, Dünya
tarihinin en genç jeolojik hareketliliklerine ev sahipliği yapmış bir coğrafya
hazinesidir.
1 milyon, 500 bin ve son olarak
11.500 yıl önce yaşanan volkanik patlamalar sonrasında, bugün Kula çevresi
taşlaşmış lavlar ile gerçekten de bir Yanık Ülke manzarası çizer. Etraf
simsiyahtır. ( Utanç verici bir not; yazar, Kula girişinde rastladığı manzara
karşısında öfkelenmiş, bu siyah malzemenin çevredeki fabrikalar tarafından
doğaya boşaltılmış kömür artıkları olduğunu sanmıştı. Cehalet işte.)
Bu taşlaşmış lavların
altından çıkan 26.000 yıllık insan ayak izlerine ve Kula'ya başka bir yazıda
uzun uzun değineceğiz.
Özel
teşekkür;
Bu bilgilerin büyük bir
bölümünü çeşitli ziyaretler vesilesi ile benimle paylaşan sevgili dostum
Tarihçi Yazar Mustafa Uçar'a şükranlarımla.
Özel
not;
Başarılı Fransız Spa Uzmanı
Catherine Cochaud, bu coğrafyayı gördükten sonra şoka girdi. Bu zenginliklerin
insanlığın ortak mirası olduğunu vurguladı. Özellikle Piramitlerin kendi
kaderlerine terk edilmiş olmasını hayretle karşıladı.
Yörenin termal zenginliğinin
değerlendirilememesini de...